ACININ GÜLDÜRMESİ’NİN ÇELİŞKİSEL YAPISI ÜZERİNDEN ŞİİRİN DÖNÜŞÜMÜNE DAİR SAPTAMALAR
Songül USLU

İnsan kendini bir gülüşün tam ortasında da bulabilir, bir acının kıyısında da. Ama en çok, ikisinin birbirine karıştığı yerde şiir başlar.
- Bölüm – Şiirin Eğri Aynasında Bir Kitap
Ben hep inandım: Şiir bir çeşit aynadır ama düz tutmaz kendini. Bazen yamuktur, bazen içe doğru çukurlu. Ve işte bu yamukluk, bu eğrilik, insanın içindeki yaraya denk düşer. Hatip Çiçek’in şiirleri de o eğrilikte, o çukurda yankı buluyor. Yani öyle düz aynalar gibi göstermez kendini. Bakarsınız bir dizeye, içinde bir çocuk ağlıyordur ama sesi bir palyaçonun kahkahasına karışmıştır. Bu çelişki değil, bu şiirin gerçeğe sadakatidir.
Şiirin psikolojisi dediğim şey bu: Şairin değil sadece, okuyanın da kişiliğini eğip büken, bazen ona kendi içini yabancılaştıran bir doku. Sen şiire bakarsın, o sana daha çok bakar. Çiçek’in dizelerinde sıkça hissedilen şey de bu bakışın ağırlığı. Acıyı süslemiyor, onu estetize de etmiyor. Onu, çırılçıplak kalmış bir duygunun üstüne eski bir palto atar gibi giydiriyor. O palto da gülüştür işte. Yamalı, eski, ama yine de bir sıcaklık barındıran.
Ben bazen derim: Şiir, yaşanmış bir şey değildir. Yaşanmakta olandır. Ve dönüşüm de buradan başlar. Acı, bir dizede sabit kalmaz. Gülümseyen bir ikinci dize gelir, onu taşır. Sonra bir üçüncüsü, biraz susar. Şiirin devinimi budur. Acıdan gülüşe, gülüşten sessizliğe. Çiçek’in şiirinde bu geçişler dikişsiz yapılmış. Hani bazı rüyalar vardır, bir yerden bir yere atlar ama anlamı kesilmez; onun gibi.
Dönüşüm şiirde bir eylemdir, ama görünmeyen bir eylem. Tıpkı bir insanın içten içe değişmesi gibi. Kimse fark etmez, ama o artık başka biridir. İşte Acının Güldürmesi, bu görünmeyen eylemi görünür kılan bir uğraş gibi. Şiir, kendine gülmeyi öğrenmişse, orada bir başkalaşım başlamıştır. Ve her başkalaşım, biraz insanlığa yaklaştırır bizi.
- Bölüm – Travmanın İnkârı Değil, Onunla Konuşmayı Öğrenmek
İnsan dediğin biraz hatıra, biraz unutma, biraz da unutamama değil midir? Şiir de tam orada başlar işte. Unutulamayanın eşiğinde, hatırlamanın az ötede bıraktığı bir kelimede. Hatip Çiçek’in şiiri bu eşiği iyi biliyor. Çünkü onun dizeleri, sadece bir anıyı çağırmakla kalmaz; o anının ruh halini, kokusunu, yarım kalmış gülüşünü de çağırır.
Ben şiiri hep bir hafıza mekânı gibi gördüm. Ama sandığın dibi gibi; yani en altta kalanlar, en eski olanlar şiirin asıl malzemesidir. Acının Güldürmesi de böyle; gülüş dediği şey, geçmişin tozunu silkeleyip bir an için yüzüne bakan acının ta kendisi. Ne eksik ne fazla. Şiirin dönüşümü de burada yatıyor belki: Acıyı unutmadan, ama ona başka bir elbise dikerek yaşamak. Ve o elbise çoğu zaman bir tebessümdür.
Şiir ile insanın ortak yanı, ikisinin de yara taşıması. Ama şiir o yarayı açık bırakmaz, üstüne bir sözcük örter. Bazen “baba” der, bazen “boyalı kuşlar”, bazen “bir sabahın anlamsız serinliği.” Çiçek’in şiirlerinde bu sözcükler, yara izini örtmek için değil; o izi görünür kılmak ama can yakmadan göstermek için seçilmiş. İşte bu, şiirin psikolojisinde önemli bir eşik: travmanın inkârı değil, onunla konuşmayı öğrenmek.
“nasıl da benziyor herkes birbirine/kendi düşmanını doğurduğu zaman”
Ben çok düşündüm, insan niye şiir yazar diye. Belki kendini kurtarmak için. Ama daha çok bir başkasını kurtarmak için. Çünkü acı yalnızken fazla ağır. Paylaştığında da hafiflemiyor aslında, ama biçim değiştiriyor. Gülüş oluyor, ironi oluyor, bazen sadece bir iç çekişin tınısı. Acının Güldürmesi, bu biçim değişikliğini büyük bir dinginlikle yapıyor. Öfkelenmeden, acındırmadan, bağırmadan. Sadece durarak. Bu da şairin hem kendisiyle hem okurla kurduğu o kırılgan ama derin bağı gösteriyor.
III. Bölüm – Şiir Nereye Gider? Acıdan Sonra Ne Kalır?
Şiir, bazen bir şehir gibi büyüyor içimizde. Önce sokaklarını bilmiyoruz, kayboluyoruz. Sonra bir durak ezberliyoruz, bir dize mesela. Ardından yavaş yavaş öğreniyoruz yolunu. Şiir artık sadece yazılan değil, yaşanandır da. Hatip Çiçek’in şiiri, işte böyle bir şehir. Kaybolmayı göze alanlara, bir yerinden mutlaka sesleniyor.
Bugün şiir başka bir yerde artık. Kelimenin peşine düşmekten çok, duygunun kıyısında yürümeyi seçiyor çoğu zaman. Ama Çiçek’in dizeleri, duyguyu da kelimeyi de sırtlamış hem içeriden konuşuyor hem dışarıdan bakıyor. Yani hem modern bir iç çekişi hem de kadim bir ağıt biçimini taşıyor. Bu da şiirin evriminin ta kendisi değil mi zaten? Şiir, çağın değişimini kendi teninde taşır. Ama her çağda asıl olan, insanın yüreğidir. O yürek değişmez. Sadece daha derine çekilir, daha suskun olur belki.
“ne çok şey gördürür bakmak/seninle bir boşluğa.”
Benim için şiir, bir tür yalnızlık yönetimidir. Kalabalıkların içinde bile yalnız kalabilmenin bir yolu. Ve Acının Güldürmesi, işte tam da bu yalnızlığı yönetebilen bir kitap. Acıyı, kahkahanın eşiğinde bekleten; gülüşü, bir hüzün yankısı gibi yerleştiren bir tutumla yazılmış. Bu yüzden bu şiirler, okunduktan sonra bile içeride kalır. Bir dize duvar diplerinde gezinir, bir başka dize mutfakta çay demlerken hatırlanır. Çünkü şiir, yaşamın tam ortasında durmayı başarırsa, unutulmaz olur.
Şiir dönüşür. Acı da dönüşür. Ama bazen, ikisi birbirine karışır. İşte o karışma anında yazılan dizeler kalır. Acının Güldürmesi, bu kalıcılığın peşinde değil belki, ama o kalıcılığı sağlayacak kadar içten. Ve bana sorarsanız, şiirin asıl evi tam da orasıdır: İçtenliğin eşiği.
Ben bu kitabı okurken, kendi dizelerimin bir kıyısında durur gibi oldum. Yıllar evvel bir masa kurmuştum kendime, bu kitapta o masaya bir sandalye daha çekildi sanki. Üzerinde bir gülüşle örtülmüş eski bir acı vardı. Ve ben, bu örtünün desenine uzun uzun baktım. İşte şiirin gücü budur.
Her şey geçer ama iyi şiir kalır. Çünkü o şiir, artık bizim de hikâyemiz olmuştur.