CEVABINA MÜTEŞEKKİR SORULAR-Ayşe AY
CEVABINA MÜTEŞEKKİR SORULAR
Ayşe AY
“En son otuz yıl önceydi. Doğru mu?”
“Yirmi dokuz.”
“Benimle gel, demiştim. Üç kişilik bilet aldım. Kızı da yanına al; sakın o evde bırakma, demiştim.”
“Demiştin.”
“Kaçtaydı tren?”
“00.45.”
“Kız yolda acıkır diye simit de almıştım. Bir de oyuncak bebek, korkmasın diye.”
“Sağ ol.”
“Kaç yaşındaydık o zaman?”
“Otuz altı.”
“Bir mektup yazmıştın bana.”
“Yazmıştım.”
“Koşarak geldim Ankara’dan. Mutsuzum, diyordun. Beni hâlâ sevdiğini söylüyordun. Hiç unutmadığını.”
“Doğru.”
“Merak ettin mi beni o gece? İstasyonda seni saat kaça kadar beklediğimi?”
“Etmedim.”
“Yeniden doğmak gibiydi o mektubu almak. Posta, posta olalı öyle güzel bir mektup taşımamıştır. O gece istasyonda sen gecikince 00.30’da içime ilk korku düştü. ‘Ya gelmezse…’ dedim. ‘Ya kocasına yakalandıysa…’ Üç beş uykulu yolcuyla garın bekleme salonunda sessizce oturuyorduk. Duramadım artık yerimde. Çıktım bekleme salonundan. Trenin yanaşacağı perona gittim. Gökyüzü zifiri kızıl. Ömrümde hiç öyle kızıl gökyüzü görmedim ben. Bir kar başladı bir zaman sonra. Yeri tuttu hemen. Onda bile bir sadakat var. Peronda öyle yalnız, ileri geri yürürken bir ses duydum. Karanlığa doğru ilerledim. Saçak altında bir köpek ayakta duruyor, yönü bana doğru. Göz göze geldik. O karanlıkta seçtim. Gözleri ıslak mıydı ne? Önünde bir karaltı. Ben yaklaşınca eğilip kokladı. Yerde ölü bir başka köpek. Ağlamaya benzer bir ses çıkardı. Gök ne kadar bulanıksa yer o kadar beyaz. Köpek kirli sarı, perişan. Ama yine de görkemli. Dik duruyor. Bir zaman karşı karşıya durup bakıştık iki erkek. O gün o köpeğin gözlerinde öyle bir hüzün gördüm ki… Öyle bir ümitsizlik. Öyle bir çaresizlik. O köpeği hiç unutmadım. 00.38’de tren, gelmeyen yolcuları hiç umursamadan düşüncesizce yaklaştı istasyona. O bulanık karanlığın içinden. Karanlık ama bembeyaz bir karanlık. İstasyonun ışıkları kör. Gözüm hâlâ geleceğin tarafta. Uykusundan zoraki uyandırılmış yolcular indi istasyonda. Yenileri aydınlık yüzlerle bindi. Mutmain. Tren bir aydınlık getirmişti istasyona, sen yoktun. Bekledi, bekledi, bekledi. Seni, beni ve küçük kızını almadan karanlığa doğru sokuldu. Gelmedin.”
“Gelmedim.”
“Çıkamadın mı o gece evden?”
“Çıkmadım.”
“Sabah ezanına kadar hüzünlü köpekle ben bekledik istasyonda. Üç tren daha geçti. Ben üçüne de üçer kişilik bilet aldım.
“Sen uyudun mu o gece?”
“Uyudum.”
“Sabah ezanı okunmaya başlayınca içime saba makamında bir ferahlık doldu. Bana öyle geldi ki Tanrı bana sesleniyor. Seslenmek de değil. Kalbimi okşuyor. Teselli gibi değil, sevmek gibi. Hocanın sesi öte âlemden. Öyle, ben otuz altı yaşında koca adam… Şakaklarıma olgunluk yağmaya başlamış o seneler. Yanaklarıma doğru ılık bir şey yürümeye başladı. O gün ilk kez ağladım senin için. Bir de babam öldüğünde o ılıklığa şaşırmıştım. Bir haziran akşamı cumartesi 20.00’de Kristal Düğün Salonu’nda evlendiğinde bile ağlayamamıştım. Bir çuval beton dökülmüştü yüreğime. Düğününden on gün önce annem elindeki davetiyeni önüme atınca bile, düşün… ‘Düğününe gidersin artık.’ demesine rağmen.
Sabah namazına kalktın mı o gün?”
“Kalktım.”
“Dua da ettin mi?”
“Ettim.”
“Ne dedin o gece Tanrı’ya?”
“Allah’ım dedim, kocama akıl fikir ver.”
“Ne güzel, aynı ezanı dinlemişiz!”
“Evet.”
“‘Beni bu defa da kandırma.’ demiştim. ‘Kandırmam.’ demiştin. ‘Eğer mutluysan, basit bir karı koca kavgasıysa yuvanda kal.’ demiştim.”
“Demiştin.”
“Sen ne dedin bana?”
“Mutsuzum, dedim. Dayanamıyorum…”
“Kocam benim en büyük hayal kırıklığım. Nefes alamıyorum bu evlilikte. Bu kadar onursuz yaşamaktansa ölmeyi hayal ediyorum bazen. Kızımız olmasa bir dakika daha benimle evli kalmaz. Ev işlerini yaparım. Ailesine hizmet ederim. Annesinin ezdiği yetmezmiş gibi… Ortağının karısıyla ilişkisi var, demiştin. Yeni Mahalle taraflarında buluştukları bir ev varmış. Neydi o kadının adı?”
“Nilüfer.”
“Seni annenlerin yanında bile azarlıyormuş. Eve her gelene yaptığın ona göre yapamadığın yemekleri anlatıyormuş.”
“Doğru. En çok kahvaltılarda bağırırdı.”
“Annem çok yaşlanmıştı o zamanlar artık. Seni alıp götüreceğimi söyleyince çok ağladı. ‘O,’ dedi, ‘senin ölümün olacak. Seni ikinci kez öldürmesine izin verme oğlum. Gitme ona.’ demişti.”
“Demiştir.”
“On yıl önce annemin mezarını ziyarete geldiğimde bir çay içeyim diye o bizim eski çay bahçesine oturmuştum. Yenilemişler tabii. Ne kaldı o günlerden? Her şey uzak… Her şey yabancı. Akşamüzeri 18.30 gibi. Yaz günü. Kısa saçlı, benim akranım güzel bir kadın geçti sahilden. Sanki beni görünce başını diğer tarafa çevirdi. Üstünde kahverengi bir elbise vardı. Dedim ki insan elli beş yaşında nasıl bu kadar güzel olabilir? Saçları sarıya boyalı. Nasıl da bir sarı! Sen miydin o?”
“Bendim.”
“Benimle konuşmak zorunda kalmamak için mi başını hızlıca denize çevirdin?”
“Evet.”
“Kızın da yanındayken bir gün annemle karşılaşmışsınız.”
“Gülay’ın düğününde.”
“Sitem etmiş sana. Üzüldüm telefonda annemden duyunca. Yaşlılık işte. Kusura bakma. ‘Anne,’ dedim, ‘niye yaptın. Ne gerek vardı şimdi buna?’ Unuttu birden ne diyeceğini. Hastalığının hızla ilerlediği günlerdi.”
“Duydum hastalığını.”
“Sana demiş ki oğlum hiçbir kadını sevemediyse… Kuşların bile birer yuva kurduğu şu yazlı baharlı dünyada bir yuva kuramadıysa sebebi sensin. Onun kışının vebali senin boynuna. İki kez öldürdün onu sen, demiş.”
“Dedi.”
“Annem ‘O seni hiç sevmedi yavrum.’ derdi hep. Beni ne yapsaymışsın! Geliri belli gideri belli. Okumak para etmezmiş bazı kadının gözünde. Ne yapsın senin şiirlerini, yazılarını? Erkeğin cüzdanına bakar böyle kadınlar. Eskidendi oğul sevmeler…”
“Bana da dedi.”
“Cüzdanıma mı baktın?”
“Hayır.”
“Bir gün sahildeki çay bahçesinde buluşmuştuk yine. Başımızda kavak yelleri. Ben öyle sanıyorum o zamanlar. Beyaz bir etek giymişsin. Pembe bluz. Pembe modaydı o sene değil mi? Bütün genç kızlar giyerdi. Ama en çok sana yakışırdı. Saçların da uzun o seneler. Dalga dalga. Daha boya görmemiş. Anneme zorla ördürdüğüm mavi hırka üzerinde. Çok direnmişti. ‘Bir hırka örer misin anne gökyüzü renginde?’ dediğimde. Babam da araya girince kıyamamıştı bana. Bildin mi?”
“Bildim.”
“Kaç yıl geçti?”
“On yedi yaşındaydık.”
“Duruyor mu o hırka?”
“Sandıkta.”
“İlk kez açılmıştım sana.”
“Evet.”
“Sonra şiirlerime upuzun mektuplarla cevap verdin.”
“Verdim.”
“Bir şubattı. Ayaz mı ayaz. Masalar bile üşüyor çay bahçesinde. Ağaçlar zangır zangır titremekte. Deniz küskün bir griye tutulmuş. Buluşalım, demiştim. Kaçta gelebilirsin?”
“16.15’te demiştim.”
“Geldin. Yeşil kabanın vardı üzerinde.”
“Hâkî yeşil.”
“Korkuyordun. Öyle söylemiştin bana. Üzgündün sanki. Bir aile dostumuzun oğluna isteyeceklermiş beni, dedin. Bu cumartesi… Havanın ayazı yüreğime dolmuştu. Ağladın da biraz. ‘Zenginlermiş. Annem de bayılıyor oğlana. Bari kendisi varsa.’ deyip gülmüştün burnunu silerken. Gülmüştük.”
“Gülmüştüm.”
“Annem baskı yapıyor demiştin mektupta.”
“Demiştim.”
“Ben ne demiştim?”
“Ömrümün sonuna kadar, demiştin.”
“Sana tek bir soru sordum o son buluştuğumuz gün çınar ağacının altında.”
“Sordun.”
“‘Beni seviyor musun?’ dedim.”
“Dedin.”
“Sen ne dedin?”
“Her şeyden çok, dedim.”
“Başka?”
“‘Eğer bu adama gönlün kaydıysa beni kandırma, dedin.”
“Kandırdın mı?”
“O geceki oyuncak bebek duruyor mu hâlâ?”
“Ankara’daki evde.”
“Sevindim.”
“Bu gece bilet alsam 00.45 trenine. Gelir misin benimle? Saçlarındaki akları, yüzündeki kırışıklıkları alıp?..”
“…”