Mektup

BAĞ BOZUMU-Nisan YAMAN

BAĞ BOZUMU

Nisan YAMAN

                                                                                                    Haziran 2024

                                                                                              04.00’te kalmış tüm sabahlara…

Bir bağ bozumu vaktiydi seni tanıdığımda. Mevsimlerin geçişleri, samanın rüzgâra serilmiş hâliydi o vakitler. Bütün bozumların birer mayın tarlası gibi döşendiği bir içsel yolculuk yaşanıyordu. Tanımsız ve durağan bir yıkımdı günler. Bir kardelenin kar fırtınasına boyun eğdiği bir şeydi olanlar. Fırtınanın başladığı ve karın buza kestiği o günlerde öylece ortasında seyrediyordu yaşamı, donuk yüzüm. Yüzüm bütün duyularını yitirmiş sinir ağlarına takılıp kalmıştı. Ben gülmek terimini geçmiş haziranların çocuk oyunlarında oynanan ve ölmüş kuşlara mezar yaptığımız yerlere gömmüştüm. O kuşlar bir daha uğramayacaktı ve gülmeyecekti. Ben seni tanıdığım gün, annem beni hafif bir sancı ile dünyanın kucağına bıraktı yeniden. Evren kendini yeniledi, ana rahminde.

Tam da burada bir çığır açıldı. Öyle ki bütün yaratımlarını unuttu evren. Yeniden doğuma hazırlandı. Bu belki altı günden daha fazla bir zamanı aldı. Belki de bir günden daha az. Ve tıpkı altı delinmiş bir potadan döktü kendini uzay boşluğuna. Bütün çer çöp; kırık, dökük, bozuk ne varsa onlarla birlikte bıraktı kendini zamanın boşluğuna.

İlk doğumum böyle olmamıştı tabii. Ben seni tanıyınca tohum toprağa nasıl ekilir onu öğrendim. Ellerim çiçek dallarına uzanıyordu sürekli. Bir bağ bozumuydu ve çiçekler veda etmeye hazırlanıyordu. Ben savaşta dinini, dilini, ırkını ve vatanını yitirmiş; dedemin umutsuzluğunu giymiş iken, onları yeniden diriltmenin çabası ile çiçekleri yaşama döndürmeye başladım. Seninle başlayan şeyler bağımsızlık ilan eden ülkelere dönüştü ve rüzgârlar ölü toprakları diriltme çabasına girmişti. Yeşilin, mavinin ve sarının birer yeni dünya rengi olduğunu anlatıyordu doğa. Ben onları duymaya başladım. Sonra kuşlar dans etmeye başladı. Ben o güne kadar dansın tek kişilik olanını biliyordum yalnızca.

Gün doğumları oluyordu seni tanıdığım saatin tekrar ettiği anlarda. Ben saatlerin adının kavuşmak olduğunu öğrendim o gün, seni tanıdığımda. Sonra boy boy sardunyalar dizildi kitap raflarına odamın. Soluğum sardunya kokmaya başlamıştı. Ben her gün seni okudum.  Bütün satırlarını sen yazmıştın. Gözlerimin keskin bakışıyla altını çiziyordum her sayfanın. Bütün sayfaların bütün satırlarının altını çizmişti ellerim o zamanlar. Geçtiğin yollar adım adım resme dönüşüyordu her satırda. Ben seni izliyordum oralarda. Ve ben o yolun ortasındaydım aslında. Yürüdüğün o yolun. Senin geçtiğin o yollar, mevsimlerini çok defa geride bırakmıştı. Bir on yıl kadar gidip gelmişti belki. Ben henüz ortasındaydım, dedim ya. Sonra zaman aşımına uğramış yollardan ellerimin sana uzandığını gördüm. Ve ellerinin uzandığını… İlk defa gördüğüm bu yollar beni cezbediyordu.  Yürüdüm, yürüdükçe ellerimiz yaklaşıyordu sanki. Ben öyle sandım. Sen yorgun düşmüş ve topraklarını kaybetmeyi göze almış bir askeri andırıyordun o günlerde. Yorgunluğunun ve yenilginin acısını bir gülün teninde dinlenmekle geçmeyeceğini bile bile gül kokulu şamdanlardan şiirler içiyordun. Sarhoş bir hâlin yoktu oysa. Sana kimselerin açamadığı bir sandık dolusu karanfil uzatmıştım aslında. Kimselerin eline asla geçmeyecek bir anahtar uzatmıştım. Senin ellerin bir anahtarı kavramayı iyi bilirdi. Sen, bir anahtar bir kapıyı nasıl açar iyi bilirdin… Ya da bilmiyorum. Belki ben yanılmıştım yolların kesişeceği inancım konusunda. Belki sen zorluyordun, dinlenmek için seçtiğin yollarda. Bilmiyorum. İkimiz de hiçbir şey bilmek istemiyorduk, bir anahtar-kilit uyumu gerçeği dışında.

Saatler seni tanıdığım günün saatinde doğuma hazırlanıyordu her gün. Ve ben senin döşediğin satırlar arasında yürüyordum hayatı. Sen çoktan bitirmiştin o yolları. Ben sarılmaya başladım o yola. Çünkü bana çok benziyordu. Belki de bir yolu seçmek benzerlikle ilgili bir şeydi. Herkes kendine benzeyeni severdi ya da seçerdi. Oysa çoğu insan kendini sevmediğini sanıyordu. Bütün yanılgıların ve çelişkilerin tohumları da buradan türüyordu. Bunlar çok garip şeylerdi. Belki seninle bunları çok defa yatırabilirdik masaya, eğer yorgun olmasaydın.

(Yani evet iki kelime edebiyat konuşamamış iken, felsefe yapma ihtimalini bile düşünmüştüm. Biliyorum ben biraz fazla uzun boylu düşündüm. Ben hep böyle lüzumsuz, uzun boylu düşünürüm zaten. Neyse işte…)

Adımlarım satırlarında can buluyordu. Geçmişte soluduğun her yere dokunarak yürüyordum. Soluğun bir döşek gibi serilmişti yollara, ben içinde bir bebek uykusu ile dinleniyordum. Bir yorgan gibi çekiyordum üzerime seni, kimseler böylece göremiyordu beni.

Belki de yürüdüğüm yollar senin satırlarının arasına döşendiği için ben bu yolu çok sevdim. Belki de o fırtınaların sevimli görünmeye başlaması da bundandı. Yani seni, bütün sert duvarlarını bana değme ihtimalinden önce sevdim. Bu yüzden göze aldım. Ben sığınmalardan hiç hoşlanmazdım çünkü, Tanrı hariç!

Bir on yıl kadar daha yürüyecektim, sana varmak için. Yollar uzuyordu ben yürüdükçe. Biraz azimli bir yanım vardı, zorladım; yolları, satırları kısa sürede katettim. On yıl kadar olmasa da. Yani öyle sandım. Ve ellerim artık parmak uçlarına dokunuyordu, hissettim. Tam oradan duymaya başladık birbirimizi. Ruhumuzun rengi aynıydı. Belki benimki biraz daha kaynayıp koyulaşması gerekiyordu. O kadar. Bütün yolları yürüdüm ve geldim. Asırlardır yoldayım. Bugün bağ çubuklarının dikim vakti doğuda. Kuzeyde budama zamanı. Batıda hasat mevsimi ve güneyde en olgun hâlini verdi üzümler. Yani ben öyle sanıyorum. Ortasındaydık, yetiştim.

Derken bir çığ düştü evrenin kendini yenileme aşamasında olduğu yolun ortasına. Katettiğim yolun bir o kadarı da sende yol alıyormuş! Bunu yolun sonunda fark ettim. Yani bir “son yol” olabileceği hiç yoktu aklımda, o güne kadar. Bir çocuğun masumiyeti kadar görmüşüm yolu. Nesnenin sürekliliği de olmuyordu zaman denen muammada. Ve zaman bükülüyordu attığım her adımda. Aşımlar hep yeniliyordu kendini gün doğumlarında. Yolun sonu işte. Güneyde. Tam ortasında. Gün batımına doğru, bir bağ bozumu vakti yine. Önümde bir on yıl daha döşenmiş satırların var.

Sonra dev bir çığlık duyuldu; evrenin sessiz karanlığından her bir sözcüğünün ucu, çengelli iğnelerle yüreğime asıldı. Atacağım adımlarla gerilip yüreğimi yırtacak. Bunu sen tahmin ederdin zaten, ben söylemesem de. Bugün yine bir bağ bozumu telaşı var toprakta, havada, suda ve karıncalarda. Oysa aylardan haziran. Ben yorgunum. Giyindiğim yokluğun ağırlığı bir asır kadar. Seninle yürüdüğüm yol ise bir hasat mevsimi kadarmış, takvimler öyle yazıyor. Oysa bin yıldır seninleyim. Oysa yollar bin yılı aşan bir yıpranmanın izlerini taşıyor. Kalbim bin yıllık çentik izleri ile dolu. Ben… Ben öyle sandım. Yani tanımlar ve söylentiler aksi yönde. Oysa çentikler öyle demiyor.

Senin yorgunluğuna ulaşmam bu kadar zamanı almıştı işte.

Şimdilik çok yorgunum. Belki bir bağ bozumu sabahında yine yazarım.

Yorgunluğunun kalbinden öpüyorum.

 

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu