
BEN BÜYÜDÜM SEN DE BÜYÜ
Gülzar İbrahimova
Azerbaycan
“Bakü’yü özlüyorum!”
“Özleme, tatilde Bakü’ye gideceğiz!”
Hemen şimdi istiyorum, dedi Ayşen. Gözyaşlarına boğuldu.
“Yine mi başladın? Boşuna suratını asma demedim mi?”
“Oradaki arkadaşlarımı istiyorum. Özlüyorum!”
“Hiç özleme, burada da çok arkadaşın olacak.”
Hayır, dedi Ayşen ağlayarak.
Ayşen’in ailesi Bakü’den Kahramanmaraş’a taşınmıştı. Babası doktor, annesi ise hemşire olarak çalışıyordu. Ayşen buraya taşındıktan sonra hem Bakü’yü hem de eski arkadaşlarını çok özlüyordu. Bakü’yü hatırladıkça morali bozuluyordu.
Onlar Bakü’nün Bayıl kasabasında, üç katlı, eski bir evde yaşıyorlardı. Evleri Şıh plajına yakın olduğundan yazın da kışın da sık sık denize giderlerdi. Yaya olarak denize on on beş dakikada ulaşmak mümkündü. Bahçeleri dar olduğu için denize gitmek mahalle çocukları için bir bayram havasına dönüşürdü. Öyle zamanlar olurdu ki on on beş çocuk bir araya toplanıp denize giderdi. Gezintiler oldukça eğlenceli olurdu. Yazın deniz kenarında yüzüp çeşitli oyunlar oynarlardı. Kışın da lezzetli yiyecekler alıp, sahilde kendilerine sofralar kurup eğlenirlerdi. Saklambaç, ortada kaldı gibi oyunlar oynayıp, zamanlarını hoş geçirirlerdi. Ayşen, mahalle arkadaşlarını – Gülşen, Sebine, Nergiz, Ilgar, Arif’i – çok ama çok seviyordu.
Ayşen’in ailesi Kahramanmaraş’a taşındığında çocukların keyifleri kaçtı. Ayşen önce mutlu olsa da Kahramanmaraş’a geldikten hemen sonra arkadaşlarını özlemeye başladı.
Anne ve babası onu eğlenceli yerlere götürmeye çalıştı, çeşitli oyuncaklar ve yeni kıyafetler alarak Ayşen’in biraz keyfinin açılmasını istediler. Ama günler geçiyor, kızın morali düzelmiyordu. Ayşen, Bakü’de de her şeyden memnuniyetsizdi. Şimdi ona yabancı olan şehirde memnuniyetsizliği daha da artmıştı. Her şeye sinirleniyor, söyleniyordu. Anne ve babası ne kadar nazı ile oynarlarsa oynasın incinmeye sebep buluyordu.
Bir gün babası biraz dargınlıklarını ve ağlamalarını azaltabilsin diye ona durumu anlatmaya çalıştı:
“Kızım, canını sıkma, iş sözleşmemizin bitmesine az kaldı. Bitsin, Bakü’ye geri döneceğiz.”
“Ne kadar kaldı?” diye Ayşen sevinçle sordu.
Sadece üç ay kaldı.
Üç ay çok, dediğinde Ayşen’in gözleri doldu. Baba, kızının gözlerini mendille sildi:
“Sakin ol, sana bir sözüm var. Bana söyle bakalım, Ayşen, sağlıklısın, hasta değilsin, değil mi?
Doğru!”
Ben de her zaman şükrediyorum ki hepimiz sağlıklıyız, ailemiz de güzel. Bak; baban, annen yanında. İstediğini sana alıyoruz. Seni dünyalar kadar seviyoruz. Evimiz güzel, mahallemiz güzel, gittiğin okul güzel, öğretmenini seviyorsun. Değil mi?
Doğru!
Ama sen her seferinde bir bahane bulup bizi üzüyorsun. Biraz sakin ol. Her şeyden memnuniyetsiz olmak iyi değil. Bu, iyi değil. Büyüdüğünde sinirli, söylenen biri olursun. Böyle insanların arkadaşı olmaz. İnsanların arkadaşı olmadığında da hayat renkli değil, siyah beyaz olur.
Babasının konuşmasından sonra Ayşen bir hayli değişse de hâlâ sebepsiz sızlanmaları içinde kalmıştı.
Çok Gülüyorlardı…
Bir gün Ayşen, bahçeden eve sevinçle gelerek dedi:
“Anne, bugün bir arkadaşım oldu!”
“Ne güzel, kim o?”
“Esma. Buraya yeni taşındılar. Önce eski, tek katlı bir evde yaşıyorlardı. Şimdi buraya taşındılar. Bizim bina ile bitişik bir binaya. Evleri bizim pencereden görünüyor. Çok ilginç bir kız. Hem resim yapabiliyor hem de güzel şarkılar söylüyor. Onunla arkadaşız artık.”
“Harika, bir gün annesinden izin al, evimize davet et.”
“Öyle mi? İzin verir misin?”
“Elbette veririm!”
“Çok güzel, sen de Esma’yı tanırsın.”
O günden sonra Ayşen, Esma ile arkadaşlığa başladı. Esma’dan sonra Ayşen’in Kahramanmaraş’taki arkadaşlarının sayısı günden güne arttı. Arkadaşların sayısı çoğaldıkça Ayşen’in Bakü özlemi azalıyordu. Yeni arkadaşları Ayşen’in sıkılmasına izin vermiyordu.
Esma, Ayşen’le aynı yaştaydı. O, güzel şarkılar söylüyor, Ayşen’e de öğretiyordu. Bir gün Esma sevinçle dedi:
“Sürekli Bakü’yü özlediğini söylüyorsun. Senin için yeni bir Bakü şarkısı öğrendim. Sana da öğreteceğim. Azerbaycan şarkısıdır. Çok hoşuma gitti, öğrendim.”
“Nasıl bir şey?”
“Senin de hoşuna gidecek.” Esma böyle diyerek şarkıyı söylemeye başladı:
“Çok değişti benim Bakım,
Güzelleşti benim Bakım,
Sahilinde Göy Hazar’ı,
Bakü güzeller şehri.”
Esma şarkıyı bitirene kadar Ayşen’in dudaklarının titrediğini gördü, artık şarkıyı söylemiyordu. Ayşen, ağlamaktan kendini alıkoymak istese de başaramadı. Gözlerinden yaşlar süzüldü:
“Ne güzel bir şarkı. Hiç duymadım. Herhalde yeni bir şarkı. Sen söyleyince Bakü’yü çok özledim. Ben de öğrenirim, Bakü’yü özleyince söylerim.”
“Canını sıkma! Ben senin arkadaşınım. Beni dost, arkadaş olarak çok seviyorsan, benim yanımda sıkılmaman gerekiyor.”
Ayşen ile Esma’nın Uğur adında bir erkek arkadaşları da vardı. Üçü çoğu zaman birlikte oynardı. Uğur çok komikti, herkesi güldürüyordu. Özellikle kızlar “Çin ipi” oynarken gelip ipin üstünde zıplar, elinden geldiğince onları eğlendirirdi. Komik yüz ifadeleriyle öyle hâllere giriyordu ki… Çok güldükleri için oyun karışıyordu. Uğur sitenin bahçesinde olmadığı zaman Ayşen ile Esma için sıkıcı oluyordu.
Okul yakında olduğu için mahalle çocuklarının çoğu okul, sınıf arkadaşıydılar. Ayşen ile Esma ise henüz hazırlık eğitimine gidiyorlardı.
Gıcık!
Ayşen, mahalledeki bütün çocuklarla arkadaştı. Bir tek Salih’ten hoşlanmıyordu. O, yaşça Ayşen’den büyüktü. Salih sitenin bahçesine çıktığı anda Ayşen’in oyunları yarım kalırdı. Herkes Salih’in etrafında toplanır, futbol oynarlardı. Ayşen içinden Salih’e kızar, söylenirdi. Ama bunu dışarıya yansıtmaz, kızgın bir şekilde köşeye çekilip otururdu.
Bir gün Ayşen, Esma’nın kulağına fısıldadı:
“Yine bu gıcık geldi.”
“O kim?”
“Salih!”
“Neden ondan bu kadar nefret ediyorsun?”
“O gelince ortalık hep karışıyor. Ne güzel oynuyorduk…”
“Evet… O gidince yine oynarız.”
“O zaman saat geç olacak, annem de beni eve çağıracak.”
Bir gün çocuklar hevesle sitenin bahçesinde “ortada kalma” oynuyorlardı, Salih top elinde bahçeye indi. Çocukların çoğu koşup onun etrafında toplandı. Salih, elindeki hakem düdüğünü çalıp çocuklara döndü:
“Futbol oynayacaklardan takımlar kuracağız!”
Gürültü başladı. Ayşen çok öfkelendi. Dayanamayıp Salih’e bağırdı:
“Sen oyunları mahvediyorsun. Bizim bütün oyunlarımızı bozuyorsun.”
Salih, küçük kıza doğru eğildi ve gülerek sordu:
“Ben ne yaptım ki?”
Ayşen öfkeyle her defasında sen gelince oyunumuz yarım kalıyor, dedi.
“Ooo tamam, tamam bir daha da yapmam, sarışın güzel, Bakülü kız!”
Bu ismin de bir hikâyesi vardı. Bir seferinde Salih’in babası Hasan usta, sitenin bahçesinde Ayşen’in ailesinin Bakü’den Kahramanmaraş’a taşındığını duyunca kıza sevgiyle şöyle söylemişti:
Hoş geldiniz buralara, sarışın, güzel Bakülü kız!
Bu deyim çocukların diline düşmüştü: “Sarışın güzel, Bakülü kız”
“Benim bir adım var. Ben sarışın, güzel falan değilim!”
“Adın ne peki?”
“Ayşen!” dedi kız ve öfkeden kırpıştırarak gözlerini çevirdi.
“Tamam, işte, sarışın güzel, Bakülü kız Ayşen!”
“Öf, yine başladı. Esma, gel o yan taraftaki bantta oynayalım. Bu beni sinirlendiriyor.”
Esma, arkadaşının sinirlendiğini görünce bir şey demedi. Ama biraz sonra sakinleştiğini görünce sevindi:
“Salih sana ne dedi de sinirlendin?”
“Sarışın, güzel demesin bana, sinirleniyorum. Benim bir adım var!”
“Çirkin demiyor ki… Güzel diyor işte… Sen de onu azarlıyorsun.”
“Söylemesin. Bana öyle söyleyince sinirleniyorum! Gıcık!”
Birkaç gün sonra Salih çocuklara yaklaşınca Ayşen nefretle yüzünü ondan çevirdi. Salih’in selamını bile almadı. Sonralarda her zaman Salih bahçeye indiğinde ya yüzünü çevirerek oradan uzaklaşır veya evine giderdi.
Salih bunu anlıyordu ama her defasında da onu kızdırıyordu:
“Sarışın güzel, Bakülü kız Ayşen, barışalım mı?”
Bunu her söylediğinde Ayşen neredeyse onun yüzünü tırmalamak için Salih’in üzerine atlayacak duruma geliyordu ama Esma’nın sözleri aklına geldikçe sakinleşiyordu: “Güzel diyor işte, çirkin demiyor ki…” Ayşen Salih’i görür görmez burnunun altından söyleniyordu: “Gıcık geliyor.”
“Bak, Esma, yine gıcık geliyor, oyunumuzu bozacak!”
“Kimi diyorsun, Salih’i mi?”
“Mahalleden tek bir kişiden nefret ediyorum, o da Salih.”
Sadece Esma ve Uğur “Gıcık geliyor.” ifadesinin kim için söylendiğini biliyordu. Ayşen’in dışında neredeyse bütün çocuklar Salih’i çok seviyordu. Ayşen, çocukların Salih’in her söylediğine gülmelerini anlamsız buluyordu. Salih’in konuşması ve davranışları hoşuna gitmiyordu. Hatta bazen düşünüyordu: “Neden ondan bu kadar nefret ediyorum ki? Oyunumuza müdahale ettiği için mi? Yoksa çok esmer olduğu için mi? Kulakları mı büyük? Yoksa ondan mı? Belki de bana ‘sarışın güzel, Bakülü kız’ dediği için… Bundan mı acaba?… Bilmiyorum!”
Doğum Günün Kutlu Olsun!
O sırada Ayşen’in bir gün “gıcık” olduğu bu çocuğun onunla karanlık bir dünyada karşılaşacağı aklından geçmezdi. Şimdi herkes ne oldu, masal dünyasına mı geçtik diye düşünebilir. Karanlık dünya, aydınlık dünya… Bunlar masallarda olur tabii. Peki, dünya nasıl karanlık oldu…
Bir gün mahalle çocukları toplandı ve sitenin bahçesinde Esma’ya doğum günü yaptılar. Bahçede, yirmi kişilik bir bank ve önünde büyük bir masa vardı. Orada mahalle çocukları, Esma’ya unutulmaz bir doğum günü yaşattılar.
5 Şubat’ta Esma doğum gününü kutlayacaktı. Fakat dedesi hasta olduğundan anne ve babası köye gitmiş; Esma, halasıyla kalmıştı. Doğum günü kutlamasını başka bir güne ertelemişlerdi.
Bu yüzden Esma mutsuz bir şekilde bahçede dolaşıyordu. Ayşen, koşarak bahçeye girip arkadaşını kucakladı, öptü. Ona küçük bir saksıda çiçek ve parlak kâğıda sarılmış bir hediye vererek mırıldandı:
“Doğum günün kutlu olsun, doğum günün kutlu olsun!”
Bu, Esma için beklenmedik bir durumdu. Şaşırdı:
“Aaa, bugün doğum günü kutlamıyorduk ama. Doğum günümü kutlayacağımız zaman seni de davet edecektim…”
“O zaman da gelirim. Ama bugün senin doğum günün. Evet, hatırlıyorum, biliyorum, doğum günü kutlamasını daha sonra yapacaksınız. Hediye almıştık, vereyim, seni sevindireyim dedim. Hediyen eldiven. Hatırlıyor musun, benim eldivenimi beğenmiştin?”
Hatırlıyorum, dedi Esma ve hevesle paketi açmaya başladı. Eldiveni görünce sevindi. İki arkadaş kucaklaştı.
Bu sırada Uğur onları alkışladı. Kızlar ancak şimdi diğer çocukların onları duyduklarını ve bu yüzden herkesin onların etrafında toplandıklarını fark ettiler. Çocuklar Esma’nın doğum gününü kutladılar. Ancak kutlama bununla bitmedi. Doğum günü geceye kadar devam etti.
Şubat ayı olmasına rağmen, havada garip bir sıcaklık vardı. Hatta bazı çocuklar montlarını bile çıkartmıştı. Mahalle çocukları toplanıp bahçedeki masanın üzerine masa örtüsü serdiler. Bazı şeyleri dükkândan aldılar, bazılarını da evden getirdiler. Sofraya lezzetli meyve suları, küçük bir pasta, çeşit çeşit şekerlemeler koydular.
Uğur evden havai fişek, balon, mum getirdi. Pastanın üstüne mumları dizdiler. “Doğum günün kutlu olsun.” şarkısını söyleyip Esma’yı tebrik ettiler. Telefonda neşeli, oynak şarkılar çalıp oynadılar. Doğum günü tam bir bayrama dönüştü.
Uğur’un babası Serdar amca, Esma’nın doğum gününde, onun anne ve babasının uzakta olduğunu duyunca kafeden pizza sipariş etti. Kendisi de Esma’nın doğum gününü kutladı:
“Esma, İnşallah okula gittiğinde biz de burada toplanır seni tebrik ederiz!”
O sırada Salih de elinde gitarıyla geldi. Serdar amca onu görünce sevincini gizlemedi:
Maşallah, gitar da çalıyor musun?
Salih, azıcık, diye cevaplayınca Serdar amca şaşkınlığını gizlemedi:
“Helal olsun sana. Seni övmek için kelime bulamıyorum! Dersini iyi çalışıyorsun, satranç oynuyorsun, karateye gidiyorsun. Şimdi de gitar. Aferin! Çocuklar, Salih’i örnek alın, her işe yetişiyor! Babası Hasan usta gibi o da çalışkan.”
Serdar amca bunu söyleyince çocuklar “Teşekkürler Salih” diyerek onu alkışladılar. Salih utandığından kızardı, yüzünü yana çevirdi.
“Çocuklar, pizzalarınızı soğutmayın, afiyet olsun!” Serdar amca böyle deyince herkes hemen bir parça pizza aldı.
“Ben hiç bu kadar lezzetli pizza yemedim.” dedi Esma, diğer çocuklar da aynı fikirdeydiler. Gerçekten de pizza çok lezzetliydi. Serdar amcanın pizza siparişi fazlaydı ve herkes iki üç dilim aldı.
Yemekten sonra çocuklar eğlenceye başladılar, müzik açtılar oynadılar, fotoğraflar çektirdiler. Salih gitar çaldı, Esma şarkı söyledi. Ayşen de arkadaşı için yeni hazırladığı “Gülleşti benim Baküm” şarkısını söyledi. Şarkı söylemek Ayşen’in çok hoşuna gitmişti.
Salih, arada komik fıkralar da anlattı. Doğum günü çok eğlenceli geçti. Çocuklar ayrılmak istemiyorlardı. Hep birlikte yarın akşam yine burada buluşmak için sözleştiler.
Yazdığım kalem yankı yaptı… “Buluşsunlar”… “Buluşsunlar”…
Yaşları küçük olduğundan Ayşen ile Esma eve daha erken gittiler. Esma’nın zaten bir kucak hediyesi vardı. Ayşen ona yardım etti. Doğum gününden önce mutsuz dolaşan Esma’nın yüzünden üzüntü silinmişti. Hediyelerine bakıp çok sevindi:
“Babamlar yarın döndüğünde bana “Pijamaskeliler”in okul çantasını alacaklar.”
“Ne güzel. Aradıklarında pembe renk alsınlar dersin.”
“Ben de zaten aynı rengi istemiştim. Keşke hemen gelseydiler.”
Endişelenme, uyuyacaksın uyanacaksın, bakacaksın geri dönmüşler.
(Kalemim yankı yaptı. “Uyuyup uyanınca göreceksin dönmüşler.”)
Esma sordu:
“Doğum günüm iyi geçti, değil mi?”
“Çok eğlenceliydi.”
Ayrılırken, Ayşen Esma’ya şöyle dedi:
“Ben bir daha Salih’e “gıcık” demem.”
Karanlık Dünya
Uyumadan önce Ayşen, anne ve babasına Esma’nın doğum gününden uzun uzun bahsetti. Sonra biraz düşündü ve anne babasına döndü:
“Ben de doğum günümü bahçede, çocuklarla geçirebilir miyim?”
“Tabii ki, neden olmasın?” diye anne ve babası birbirlerine bakarak güldüler.
Ayşen her gece olduğu gibi anne babasını öpüp yatak odasına geçti. O gece, kendi doğum gününün bahçede nasıl kutlanacağını düşleyerek sevinç içinde uykuya daldı. O gün farklı zamanlarda, farklı dileklerle, birbirinden değişik planlarla uykuya dalmış Kahramanmaraşlılar, tek bir zamanda uyanacaklardı. Sabaha karşı herkes uyandı. Uyandılar ve dehşetle karşılaştılar.
O gün Kahramanmaraş’ta sanki dünya yıkılıyordu. Gerçekten de o gün birçoklarının dünyası dağıldı. Kalemimin yankısı benim de kalbimi parçaladı: “Kahramanmaraş’ta sanki dünya yıkılıyordu.”
O gün Kahramanmaraş’ta binlerce insanın dünyası karanlık oldu. Kimileri şanslı ve başarılı olarak Karanlık Dünya’dan Aydınlık Dünya’ya çıkmayı başardı. Kimileri ise…
Bu binlerce insanların içinde, ne yazık ki küçük Ayşen de vardı. Sabaha doğru tatlı uykudayken Ayşen, annesinin çığlık sesiyle uyandı.
Beni Sanki Yere Vurdular
“Annem hiç böyle bağırmamıştı. Öncelikle korktum, sanki bir şeyleri yanlış yapmışım gibi annem bana bağırıyordu. Gözlerimi açmaya çalıştım ama açamadım.
Denizde gözlerime kum kaçtığı zaman onları açamadığım gibi, şimdi de gözlerim açılmıyordu. Denizde gözüme pek kum kaçmazdı. Ama şimdi sanki gözlerim kumla dolmuştu, ne kadar silsem de temizlenmiyordu.
“Ana, baba!” diye seslenmeye çalıştım, ağzıma kum dolduğundan sesim çıkmıyordu. Burnuma, kulaklarıma da kum dolmuştu. Yattığım yatağı da birisi sanki sert şekilde sarsıyordu. Aniden sanki gökyüzünde uçtuğumu hissettim. Sanki bir atlıkarınca üzerindeydim, başım dönüyordu.
Az sonra… Sanki beni alıp sert bir şekilde yere attılar. Sonra ne olduğunu hatırlamıyorum… Bir süre uyudum. Ama kumlu, tozlu bir yerde, ağzım ve gözüm kumla dolu bir şekilde yatamazdım. Belki de ölmüştüm. Ölümün nasıl olduğunu bilmiyordum.”
Ben Bir Çocuğum, Yardım Edin…
Sabah aynı saatte arkadaşlarımla görüşemedim. O zaman “Karanlık Dünya’daydım. Karanlık, korkunç bir dünyadaydım. Gözlerimi ne kadar açmaya çalışsam da hiçbir şey göremiyordum.
Bağırmak istedim, ağzıma kum dolduğundan sesim çıkmadı. Hareket etmek istediğim zaman ayaklarım korkunç ağrıdı. Ağzımdaki toprağı tükürerek çıkarmaya çalıştım. Geceliğimin yırtık kollarıyla, çok zorlanarak, bir şekilde ağzımı ve gözlerimi temizledim. Ama kıpırdayamıyordum. Sanki ayaklarımın üzerine ağır biri oturmuştu. Zorlanarak kısık sesle “Anne, baba, neredesiniz?” diye seslendim ama kimse cevap vermedi. Ağlayarak seslenmeye devam ettim:
“Ne olur, biri bana yardım etsin. Ben bir çocuğum, bana yardım edin. Allah’ım, bana yardım et, baba, anne, neredesiniz? Ne olur, gelin ışığı açın. Karanlıktan korkuyorum. Biri gelsin, bana yardım etsin. Beni buradan çıkarsın! Beni duyuyor musunuz? Ben buradayım, kalkamıyorum, her yer karanlık, hiçbir şey göremiyorum. Bana yardım edin. Eve dönmek istiyorum!”
O kadar bağırıp çağırdım ki yoruldum, daha sesim çıkmadı. Ayaklarım çok ağrıyordu. Üzerimde büyük bir taş vardı. Ne kadar çabalasam da taşın altından çıkamıyordum. Hareket ettikçe ayağım daha da kötüleşiyordu. Boynum öyle bir taşa denk gelmişti ki her hareketimde başımın altındaki taş boynumu sıkıyordu. Sakinleşemiyordum. Biraz sonra “Sanırım ölüyorum.” diye düşündüm ve yeniden ağlamaya başladım, bağırdım. Sonra istemesem de ağlamaktan yoruldum, sustum. Sanırım herkes böyle ölüyormuş, diye düşündüm ve korkudan titremeye başladım.
Yavaşça “Su, su…” diyerek ağlıyordum. Ama suyu kimden istediğimi bilmiyordum. Yakınlarda kimse yoktu. Çok susamıştım, susuzdum.
Birazdan soğuktan titremeye başlayınca korkuyu unuttum. Yine babam, annem…
Soğuk gecelerde üzerimi örtmeye çalıştıklarında her zaman beni öpüyorlardı… Keşke… Aklıma gelince dişlerim birbirine çarparak tıkırdadı, daha fazla ağlayamadım.
Soğuktan titrerken dişlerim birbirine çarpıyor, ağzımdaki kumlar dişlerimin arasında çatlıyordu. Evimiz ve banyodaki diş fırçam aklıma geliyordu. Keşke şimdi evde olsaydım, diş fırçamı alıp dişlerimi temizleseydim. Ağzımdaki kumlar temizlenirdi. Bir de titremem durabilseydi…
Titremem aniden durdu. Sanki yanımda ateş yakıldı. Isıdan alnımdan gözlerime su akmaya başladı. Şimdi de sıcaktan ellerim titremeye başladı. Aman, bu neydi, anlayamıyordum. Sanki yanıyordum. Alnımdan akan teri silmekten geceliğimin kolu tamamen ıslandı. Babamı, annemi görünce tüm acılarım dindi.
Baba, Parka Gideriz…
Titremesi geçse de Ayşen’in ateşi günden güne onu hâlsiz bırakmaya başladı. Yüksek ateşten sayıklamaya başlayarak anne babasıyla konuşmaya başladı: “Anne, fırçam yerinde değil, bulamıyorum. Yemek istemiyorum, önce dişlerimi fırçalayayım. Sıcak, yorganı üstümden al. Hayır, soğuk, alma. Oyuncak bebeğim nerede? Onu bana verin, o ağlıyor… Bebeğime ne oldu?… Kim onu ağlattı?… Baba, sen işten gelince parka gideriz.”
Biraz sonra Ayşen düşünemez hâle geldi. Çünkü yüksek ateşten bayılmış ve bilincini kaybetmişti. Ne kadar süre bu durumda kalmıştı, bilmiyordu ama ağrıdan yavaş yavaş uyanmaya başlamıştı.
Bu sefer zavallı kız, uyandığına pişman oldu. Karnı o kadar çok sancılıydı ki ayaklarının ağrısını unuttu. Tüm gücünü toplayarak kısık sesle yalvardı: “Ne olur, yakınlarda biri varsa, bana yardım etsin! Yardım edin bana, yardım edin!”
Karnındaki ağrı azaldıkça yine “su, su” demeye başladı. Yine anne ve babası aklına geldi: “Keşke şimdi evde olsaydım. Önce babama, daha sonra anneme yaklaşır, onlara ‘iyi geceler’ diyerek yatmaya giderdim. Ben boş yere ağlarken annem hep sinirlenirdi. Annem beni bir daha kucaklasa kulağına ‘Artık ağlamayacağım, anne!’ diyeceğim. Bir daha asla sinirlenmeyeceğimi söyleyeceğim.
Ayşen bu düşüncelere dalmışken aniden kulağına bir ses geldi. Bir yerlerden ışık geldiğini hissetti. Gözlerini açtı.
Ben de Annemi ve Babamı İstiyorum
Deprem sırasında yıkıntıların altında kalan bir genç, bir ses duyup yardım için koştu. Karanlıkta, zayıf telefon ışığıyla taşların üzerinde hareket etmek çok zor olsa da o, çocuk sesine kayıtsız kalamadı. Zorlukla da olsa bir yol bulup yardım etmeye çalıştı. Sesin geldiği tarafa doğru yürürken kafasını bir taşa çarptı, eğilmek zorunda kaldı. Biraz daha ilerlediğinde taşlar engel çıkarınca emeklemeye başladı.
Ağlama sesi giderek daha da yaklaşıyordu:
“Ağlama, kimsin, geliyorum, neredesin? Sen de bana doğru gel.”
Kız içini çekerek şöyle yanıtladı:
“Kalkamıyorum, üzerimde taş var. O taşı al, ne olursun, yardım et, ayağım acıyor.”
“Hayda, telefonum kapandı, bekle, açıp seni göreyim.”
Ayşen’in gözleri kumdan yanıyordu, bu yüzden çoğu zaman gözlerini kapatıyordu. Şu an da gözleri kapalıydı. Sesi duyunca gözlerini açtığında karanlıkta yüzüne düşen ışık gözlerini kamaştırdı. O, ışıktan başka hiçbir şey göremeyince çığlık attı:
“Ay gözlerim!”
Oğlan yaklaştığı zaman yerde yarısı yatık vaziyette küçük bir kız olduğunu gördü. O, tamamen kumun ve tozun içindeydi. Belki de bu yüzden Salih, önce Ayşen’i tanıyamadı. Kızın üstünde büyük bir beton parçası vardı. Sadece başı, boynu ve biraz da göğsü görünüyordu. Üstüne toprak dökülmüş, bedeninin alt kısmına ise beton taş düşmüştü. Ayşen konuştuğunda Salih onu tanıdı:
“Bakülü kız, sen misin?”
“Evet… Sen de Salih’sin!”
Ayşen de sesinden Salih’i tanıdı.
“Ben olduğumu nasıl anladın?”
“Sesinden tanıdım.”
“Burası neresi?”
“Bilmiyorum.”
“Neden buradayız?”
“Bunu da bilmiyorum. Tüp mü patladı, yoksa deprem mi oldu veya savaş mı çıktı.”
“Çok karanlık, ışığı yak, korkuyorum! Ben babamı, annemi istiyorum, Bakü’yü istiyorum.” diye kız yüksek sesle ağlamaya başladı.
“Ben de annemi ve babamı istiyorum. Ne kadar istediğimi bir bilsen!” diye Salih’in gözlerinden de yaşlar süzüldü. O, hızla gözünü sildi ve kendini toplamaya çalıştı.
Ayşen’in acıları artsa da Salih’i görünce biraz sakinleşti. Bu karanlıkta Ayşen’in sesini cevaplayan Salih oldu. Bağırmışsa da kimse ona seslenmemişti. Şimdi Salih, Ayşen’e filmlerdeki “Örümcek Adam” gibi, sihirli bir kurtarıcı gibi görünüyordu. Bir zamanlar ondan nefret ediyordu, şimdi ise Ayşen’e çok yakın birisi olarak geldi. Salih onun elini avucuna aldı:
“Ağlama Ayşen, ben buradayım.”
“Sen gideceksin, ben yine yalnız kalacağım.”
Hayır, dedi Salih. Ayşen’in başını okşayarak, seni burada bırakıp hiçbir yere gitmeyeceğim!
Ayşen diğer eliyle Salih’in elinden tutup ağlamaya başladı:
“Söz ver, beni burada yalnız bırakıp gitmeyeceksin.”
“Elbette, söz veriyorum.” dedi Salih Ayşen’i sakinleştirerek. Sonra, işe başlamak için kollarını sıvadı. Ayşen:
“Ne yapıyorsun?” diye sordu.
Üzerine düşmüş taşları ve kumu temizlemek istiyorum.
Ayşen:
“Bekle biraz. Ben çok susadım. Burada nereden su bulabiliriz?”
“Bakacağım sonra ama önce ayaklarını betonun altından çıkarayım.”
“Bana su bulabilir misin? Susuzluktan yanıyorum. Dayanamıyorum, belki yakında bir yerde su vardır.”
“Tamam, gideyim bakayım, belki bir yerlerde vardır.”
“Ya kaybolursan ya geri dönmezsen!”
“Korkma, biraz bekle, bakalım nereden su bulabilirim.”
Salih telefon ışığında etrafı dolaşarak su aradı. Ne yazık ki hiçbir yerde su yoktu. Ayşen’in yanına dönerken bir yerlerden su damladığını duydu ve seslendi:
“Ayşen, sen de dikkat et, sanki bir yerden su damlıyor. Duyabiliyor musun?”
“Hayır.”
“Sen sessizce yat, ses çıkarma, su sesinin nereden geldiğini anlamam lazım. Endişelenme, senin için su bulacağım. Gidip tekrar bakacağım.”
“O zaman telefonunun ışığını aç, yanıma bırak, korkuyorum!”
“Telefonun ışığı olmadan gidemem. Işık olmadan su bulamam. Çok karanlık.”
“O zaman gitme, korkuyorum!” diye Ayşen sesi titreyerek söyledi.
“Tamam, küçük değilsin, burada biraz büyümen lazım. Bizi bulacaklar, buradan çıkaracaklar. Sadece sen endişelenme. Gidip sana su arayacağım. Hemen döneceğim.”
“Su istiyorum.” Ayşen ağlayarak söyledi. “Git, ama çabuk gel.”
Tamam, gözlerini kapat, dedi Salih, eliyle karanlıkta Ayşen’in gözlerini kapadı. Biraz sakinleşmesi için yüzünü okşadı. Sonra hızlıca telefonunu çıkardı ve sesin geldiği yöne doğru gitti. Su damlalarının sesi bir yerlerden yakından gelmeye başladı.
Erkekler Ağlamaz!
Salih telefonun ışığında su damlalarının yukarıdan, duvarlar arasında sıkışmış, ezilmiş, gri renkli bir buzdolabından damladığını gördü. Damlalar muhtemelen buzdolabının donmuş buzluğundan akıyordu ve her an kesilebilirdi. Salih’in bu damlaları toplayıp Ayşen’e götürmesi gerekiyordu. Ama nasıl götürecekti?
Ne yazık ki etrafta sadece toprak, kum ve taş vardı. Aniden Salih kumun içinde küçük bir limonata kapağı buldu. Onu alıp gömleğinin etekleriyle kumdan temizledi. Damlaların oraya düşmesi için kapağı buzdolabının altına tuttu.
Telefonun enerji kullanımı tasarruflu olsun diye her seferinde telefonu açıp kapatıyordu. Telefonu her açtığında heyecanla yeşil arama düğmesine bakıyor, acaba ona bir çağrı gelmiş miydi diye kontrol ediyordu. Ayrıca kendisi de hiçbir yere arama yapamıyordu. Çünkü hiçbir yerde sinyal çekmiyordu. Ona da çağrı gelmiyordu ve telefonun şarjı giderek azalıyordu.
Kapak küçük olması nedeniyle çabuk dolmuştu. Salih, suyu dökmeden yavaşça Ayşen’e götürdü. Salih’in gitmesi ve geri dönmesi sadece on dakika sürdü. Geri döndüğünde Ayşen ağlamaya başladı. Salih heyecanlanarak sordu:
“Ne oldu sana?”
“Geç kaldın, kayboldun sandım.”
“Korkma, dört yanımız kapalı, kaybolacak yer yok. Nereye kaybolabilirim ki…”
“Su buldun mu?”
“Bir ezilmiş buzdolabı vardı. İçinden su damlıyordu, oradan buldum. Az başını kaldır, iç, yere dökülmesin!”
Ayşen limonata kapağındaki suyu içip sordu:
“Orada yine su var mı?”
“Evet, kabı ver, gidip getireyim.”
Salih, Ayşen’e su getirmek için üç kez gidip döndü. Son gidişinde eli boş döndü. Damlalar kesilmişti.
Salih’in kendisinin de susuzluktan ağzı ve dili kurumuştu. Ama o suyu kendi içmedi, Ayşen’e getirdi. Ayşen’in kötü bir durumda olduğunu, suyun onun için daha önemli olduğunu düşündü. Ayşen suyu içerken Salih’e teşekkür etti:
İlginç, ben hiç bu kadar susamam.
Salih, “Ben de çok susadım.” demek istedi ama söylemedi.
“Hadi üstündeki taşları ve toprakları temizleyelim, belki kalkabilirsin. Sen de gücün yettiğince yardım et!” dedi Salih.
“Tamam.”
Salih işe koyulup Ayşen’in üstündeki toprağı atmaya başladı. Ayşen de elinden geldiği kadar kendi üzerindeki, etrafındaki toprağı avuçlayarak kenara attı. O, Salih’in karanlıkta uğraştığını görünce sordu:
“Telefonun ışığını niye kapattın? Aç ki görebilesin.”
“Tasarruf ediyorum. Şarjı az kaldı.”
“Tamam.”
Salih, Ayşen’in üzerinden toprakları atarken konuşarak kızın dikkatini dağıtmaya çalışıyordu ki acılarını az da olsa unuttursun:
“Endişelenme, buradan çıkacağız. Senin ailen de benimkiler de bizi burada bırakmazlar. Güven bana. Göreceksin. Bizi almaya gelecekler.”
“Gerçekten gelecekler mi?”
“Elbette! Kurtarıcılar da gelecek. Göreceksin.”
“Bizi nasıl bulacaklar?”
“Çok kolay! Bir de göreceksin ki telefonuma sinyal geliyor, yerimizi buldular, bizi çıkarıyorlar.”
“Bugün mü çıkaracaklar?”
Evet, tam da bugün çıkaracaklar, diyerek Salih, durmadan yalanlar uyduruyordu, küçük kızın umudunu kırmak istemiyordu. Salih; Ayşen’in sakinleşmesi, acısını unutması, ağlamaması için tüm gücüyle uğraşıyordu.
Salih durmadan çalışıyordu. Ayşen’i beton, taş parçalarının altından çıkarmak istiyordu. Ama bu o kadar kolay değildi. Salih’in Ayşen’in üzerinden çekip almak istediği beton parçası belki de beş erkeğin ancak kaldırabileceği bir ağırlığa sahipti. Salih, en azından beton parçasının üstündeki toprakları ve taşları kenara atmaya çalışıyordu. Bu şekilde belki Ayşen’in ayaklarına düşen ağırlığı hafifletmiş olurdu. Kendisi de bir gün bu karanlık dünyadan kurtaracaklarına inanıyordu. Ama henüz gençliğin eşiğindeki bir oğul, hayatı az çok idrak etmeye başlamıştı. Bu yüzden korkuyor, umutsuzluğa kapıldığı an dizlerinin bağı çözülüyor, buz gibi toprağın üzerine yüzüstü yatıyordu. Böyle zamanlarda gözündeki yaşlar, “erkekler ağlamaz” düşünceleri arasında toprağa süzülüyordu.
Ölürüm de Gitmem!
Ayşen ağrıdan inlemekten yorulmuştu. Aniden bağırdı:
“Ah, boynum, boynum delindi!”
Bu sırada Salih çok yorulduğu için yere uzanmıştı. Daha sonra işine devam etsin diye biraz dinlenmek istemişti. Ayşen’in sesinden fırlayıp kalktı. Cebinden telefonu çıkarıp Ayşen’in yüzüne tutarak sordu:
“Ne oldu sana?”
“Başımın altında bir taş var. Bıçak gibi boynumu kesiyor.”
“Başını az biraz kaldır. Bakayım, onu alabiliyor muyum?”
Ayşen başını az kaldırdı. Salih elini taşa sürterek:
Bu taş çok büyük ve de yere batmış. Yerinden oynatmak mümkün değil, dedi.
Ne yapmam lazım o zaman?
“Bilmiyorum. En iyisi bir şey bulup taşın keskin yerini biraz yumuşatmak için sürtmek.”
“Tamam.”
Ayşen sitemkâr bir tonla cevap verdi.
Salih gitti, biraz sonra bir yerden küçük bir demir parçası bulup getirdi:
“Başını biraz kaldır, boynunun altındaki taşı biraz sürtüp yumuşatayım.”
“Tamam.”
Ayşen ağrısından inleyerek başını kaldırdı.
“Biraz daha kaldırabilirsen iyi olurdu.”
“Kaldıramıyorum, boynum çok ağrıyor.”
Salih bir eliyle Ayşen’in boynunu tuttu, diğer eliyle elindeki demirle taşın keskin yerini sürtüp, onu yumuşatmaya çalıştı. Bir süreliğine çabaladıktan sonra taşın kenarları pürüzsüzleşti, Ayşen’in boynunu deşmediği için rahatladı. Ayşen biraz rahatladığı gibi, tekrar Salih’e teşekkür etti.
Salih yorgunluğuna aldırış etmeden yine taşları Ayşen’in üzerinden almaya devam ediyordu. Ayşen:
Taşları üstümden attıkça ayaklarımın ağrıları azalıyor, dedi.
Evet, çok iyi. Salih daha hevesle çalışmaya başladı.
Salih yorulduğunda etrafı geziyordu. Işık giren bir yer bulmak, bu korkunç karanlıktan kurtulmak için bir yol arıyordu. Ancak hiçbir yerde ışık göremiyordu. Her seferinde etrafı ararken kızı kaybetme korkusuyla Ayşen’den çok uzaklaşmamaya çalışıyordu. Belki de Salih yalnız olsaydı, bir yerden delik bulup çoktan çıkmıştı. Ama şimdi Ayşen onu engelliyordu. O, Ayşen’i burada yalnız bırakıp gidemezdi.
Yaşamak hissi çekici olsa bile Salih bu konuda düşünmek istemiyordu. Salih’in düşüncelerinde bir olgunluk vardı. Onun da yaşama arzusuyla çırpınan bir kalbi vardı. Sürekli kalbi, vicdanı, aklı, korkusu, yaşam isteği birbirleriyle tartışıyordu ve sonunda Salih kesin bir karara varıyordu: “Ölürüm de gitmem. Bu küçük kızı yalnız bırakıp gidemem. O çaresiz. Tek umudu benim.”
Küçük kızı bırakıp gitmek… Özellikle bu durumda… Salih için bu bir çıkış yolu olamazdı.
Keşke Buradan Kurtulabilsek!
Bazen çok uzaktan, güçlükle duyulan bir siren sesi geliyordu. Bu ses, Salih’e biraz umut veriyordu. Yine de çok korkuyordu. En büyük korkusu ise anne ve babasını bir daha görememekti. Bunu düşündüğünde dehşete kapılıyordu. Gözlerinden yaşlar durmadan akıyordu. “Erkekler ağlamaz!” Daha önceleri babasının bu sözünü hatırladığında kendini ağlamaktan alıkoyabiliyordu. Ama şimdi gözyaşları akıyordu. Ayşen’in yanında ağladığını gizliyordu. Kızın onun ağladığını görmesini istemiyordu. Ayşen ona, yaşça büyük olduğu için güveniyordu. Salih sadece on bir yaşında olmasına rağmen, bu karanlık dünyada Ayşen için büyük olma sorumluluğunu üstlenmişti.
Deprem başladığında Salih hemen arama yapmak için cep telefonunu almıştı. Ama buna fırsat bulamamıştı. Kapıdan dışarı çıkmaya çalıştığında ev öyle sarsılmıştı ki demir kapı çerçevesi ile birlikte yerinden çıkmış, Salih çerçeve ve kapının arasında kalmıştı. Belki de Salih’in hayatta kalmasını sağlayan şey o demir kapı olmuştu. Salih çerçeveden sıkıca tutunmuştu ve kapı, çocuğun üzerine beton parçalarının düşmesini engellemişti. Belki de… Hayatta bilmediğimiz çok şey var, “belki”ler oldukça çoktur.
Telefonun %52 şarjı kalmıştı. Aslında, bu az değildi. Ama telefonun sinyali yoktu, “Aramak istediğiniz numara kapsama alanında değil.” mesajı geliyordu. Salih beton duvarlar arasında oradan buraya koşuyor, umutla telefon sinyali çekecek yer arıyordu, onun aramasını birilerinin duyması için Allah’a yalvarıyordu. Heyecanla düşünüyordu: “Telefona sinyal gelirse belki de yerimizi hemen bulurlar. Keşke buradan kurtulsak.”
Acını Kendin Yöneteceksin!
Salih’in Ayşen’i bulana kadar sorunu, bir yol bularak kendini buradan kurtarmaktı. Deliklerden geçerek farklı yerlere çıkmak, yukarı çıkıp ışık görebilmekti.
Ayşen’i bulduktan sonra ise tamamen farklı düşünmeye başlamıştı: “Kıza yazık. Toprağın altında kalmış. Böyle uzun kalırsa belki de ölür. Onu toprağın altından çıkarmam lazım. Zavallı. Onu kurtarmalıyım.”
Salih karate derslerine gittiğinde hep gizli bir hayali vardı. Güçlü olmayı, bir yerde birini ölümden kurtararak “kahraman” olmayı düşlüyordu.
Şu an Salih şöyle düşünüyordu: “Bence, Ayşen’i toprak altından çıkarmak da bir kahramanlıktır. Bunu başarabilsem çok güzel olacak.”
Aniden Salih başka bir düşünceye kapıldı: “Ama Ayşen olmasaydı belki de şimdi yol bulup kurtulmuştum. Belki siren sesinin geldiği yöne gidersem ışığa, insanlara doğru bir yol bulup kurtulurum. Elbette, Ayşen olmasaydı… Ama Ayşen burada… Diyelim ki kurtuldum, anne babamı buldum, kucakladım. O zaman Ayşen nasıl olacak? Karanlıkta beni çağırır, durur.
Salih bunu yapamayacağını biliyordu. Ayşen’i çaresiz bırakıp gidemezdi. Ayşen’in bu karanlıkta Salih’ten başka hiç bir umudu yoktu. Telefonun zayıf ışığında, kızın yalvarış dolu bakışları bir an olsun Salih’in gözünün önünden gitmiyordu.
Salih tüm karmaşık düşüncelerinin ardından kesin bir karar verdi: “O burada, Ayşen’in yanında kalacak. Küçük kıza yardım edecekti.”
“Salih, sen güçlüsün, akıllısın!” diyerek babasının hep ona söylediği sözleri hatırladı. Sanki ona güç geldi ve o yeniden işine devam etti.
Salih ellerinin ağrısına aldırmadan, parmakları yara içinde, Ayşen’in belinin altından tozları ve toprağı temizlemeye devam etti. Salih’in tırnakları etinden ayrılmış kanı akıyordu ama o bu acıya aldırmıyordu.
Ellerinin ağrısı arttığında antrenörünün sözlerini hatırladı: “Rakibini yenmek istiyorsan acıya önem vermeyeceksin. Acıyı kendin kontrol etmeyi öğren. Acı hissettiğin anda düşüncenle, kafanla, gücünle onu kes. O zaman acıyı hissetmeyeceksin, rahat bir şekilde dövüşüp kazanacaksın!”
Şöyle Vurdum, Böyle Devirdim…
Şimdi Salih’in rakibi soğuk, sert topraktı. O, küçük kızı sıkıca kavrayarak sanki onu öldürmek istiyordu. Salih ise bir kurtarıcıydı. Düşmanını yenerek Ayşen’i kurtarması gerekiyordu. Böyle hayallerle Salih durmadan çalışıyordu.
Salih, toprağı elleriyle alıp kenara atıyordu. Toprak sert olduğundan kısa süre içinde ellerinin ve parmaklarının ağrısı artmaya başladı. O, arayıp bir demir parçası buldu ve toprağı onunla kazmaya başladı. Ayşen ağlamasın ve inlemesin, acılarını unutsun diye ona çeşitli hikâyeler uydurup anlatmaya başladı: “Karanlıkta beş eşkıya ile karşılaştım. Şöyle vurdum, böyle devirdim. Korkup kaçtılar.”
Bunlar Ayşen’in çok hoşuna gidiyordu; o, hatta bazen gülümsüyordu. Salih’in uydurmaları bitince masallara geçiyordu. Arada telefonunu hızlıca açıyor, arama yapıyordu. Sonra yavaşça “ah” çekip sohbetine, işine devam ediyordu.
Salih konuşurken Ayşen acı çekse de susup dikkatle ona kulak veriyordu.
Feryat
Evde Salih’in telefon kullanmasına izin verilmiyordu. “Yaşın küçük, senin telefon kullanman daha erken.” diyorlardı. Sadece bazen derse veya bir bilgiye ulaşmak için kullanmasına izin vardı. Elbette Salih de diğer çocuklar gibi bazen gizlice internette ilginç sitelere giriyordu.
Salih, deprem olduğunda ilk olarak telefonu almanın lazım olduğunu duymuştu. Bu yüzden, yatağının sarsıldığını hissettiğinde hemen kalkıp telefonu almış ve odadan çıkmıştı. O annesine, annesi de oğlunun odasına koşuyordu… Ancak tavandan dökülen toz, kum ve taş araya girmiş ve annelerini çocuklarından ayırmıştı. Toz dumanda kopan inilti ve feryat sesi, havaya yayıldı.
Bu, bir evden gelen imdat çağırısı değildi. Bu, bir kış sabahı Kahramanmaraş’ta yaşayan halkın göğe yükselen feryadıydı. “Ey büyük Allah’ım, yardım et!”, “Allah’ım, sen koru!”, “Allah’ım, günahlarımızı affet!”, “Oğlum!”, “Kızım!”, “Yavrum!”, “Anne!”, “Baba!”, “Büyükanne!”, “Dede!”, “Yardım edin!” sesleri.
Bu sesler yankılanarak dünyaya yayıldı ve Türk dünyasındakilerin gözlerini yaşarttı, ağlattı.
Durursam Ellerimdeki Ağrı Daha da Artacak
Salih durmadan, dinlenmeden Ayşen’in üzerinde ne varsa taş, toprak, beton parçaları, hepsini elleriyle süpürerek yana atıyordu. Bazen sertleşmiş toprak olduğu zaman onu tırnaklarıyla kaşıyıp yumuşatıyordu. Ara sıra eline bir şey battığında aldırmadan çalışmaya devam ediyordu. Çünkü yaptığı işi bıraktığı an, parmakları acıdan titriyordu. Kesin kararlıydı. Çalışmayı sürdürecek, Ayşen’i kurtaracaktı.
“Belki ben durursam ellerimin ağrısı artacak; artık toprağı, taşı temizleyemeyeceğim… Ayşen burada fazla kalınca ya ölürse. Bu yüzden duramam. Önemli olan, çalıştığımda ellerimin ve parmaklarımın ağrısını hissetmemek. Dinlenmeye vakit yok.”
Dinlenmeye Vakit Yok!
Bu, Salih’in babasına ait sözlerdi. Bu cümleyi sürekli kullandığından herkesin diline düşmüştü. Gece bilmez, gündüz bilmez bütün gün çalışırdı.
Şantiye şefi idi. İşini çok seviyordu. Yapacağı binaların projelerini kendisi çizer, onaylatır, sonra da inşaatına başlardı. Bir inşaat tamamlanana kadar kaç tane icracı, kaç tane dikkatsiz inşaat müdürü değişirdi.
Hasan ustanın yaptırdığı binalar görünüşte, tasarım olarak diğer binalardan çok da güzel olmasalar da işini severek yaptığından onun kontrolünde inşa edilen evler, tanıdıkları tarafından rağbet görüyordu. Binaların temellerini sağlam, devletin belirlediği standartlara uygun ve depreme dayanıklı bir şekilde yaptığı için inşa ettiği binalarda evlere müşteri aramaya ihtiyaç kalmıyordu.
Bu nedenle, diğer inşaat şefleri iki, üç bina teslim ederken o ancak birini tamamlayabiliyordu. Elbette, bu yüzden başı çok ağrısa da Hasan usta başka türlü çalışamazdı. Vicdanı ona, işine sorumsuz bir şekilde yaklaşmasına izin vermezdi.
Hasan ustanın hesap vermesi gereken üst inşaat yöneticileri Hasan usta üzerinde baskı kurarak, hızlı bir şekilde işini bitirmesini ondan talep ediyorlardı. Ancak usta asla acele etmez, işini hakkıyla yapardı.
Onu acele ettirenlere ise cevabı: “Gözümün önünde öyle evler inşa ediyorlar ki içim acıyor. Birkaç yıl içinde o evler kum gibi ovularak dökülecek. Benim inşa ettiğim evler ise iki yüz yıl da kullanılsa olduğu gibi kalacak. Eminim ki ben hayatta olmayacağım zamanlarda o evi inşa edene rahmet okuyacaklar.”
Fakat öyle bir gün geldi ki,Kahramanmaraş halkı Hasan Oktay’a hayattayken dua etti, babasına rahmet diledi. 2023 yılının 6 Şubat’ında Kahramanmaraş’ta meydana gelen depremde, Hasan usta tarafından inşa edilen 22 binadan hiçbirisi yıkılmadı, hatta çatlamadı bile…
En ilginç yanı ise onun inşa ettiği binaların camlarının da kırılmamış olmasıydı. Etraftaki tüm binalar çökmüş ama Hasan ustanın yaptığı binaların alt katlarındaki mağazaların vitrinlerindeki camlar bile sağlam kalmıştı.
Belki Şans, Belki de…
Hasan usta, yaptığı binalardan birinden kendilerine de yeni bir ev almıştı. Ancak işi başından aşkın olduğundan “Bugün yarın taşınırız.” deyip yeni eve geçmeyi sürekli erteliyordu. Şimdilik ise onlar beş katlı eski binalardan birinde, üçüncü katta yaşıyorlardı. Deprem sırasında yanlarındaki yüksek katlı bina onların üzerine devrilmeseydi belki de facia bu beş katlı bina için biraz daha hafif atlatılırdı.
Salih de babası gibi inşaat mühendisi olmak istiyordu. Babası proje çizerken başında durur, onu seyrederdi. Son projelerde hatta babasına birkaç fikir de vermişti. Salih, babasıyla ve onun yaptığı işlerle gurur duyuyordu.
Hasan ustanın denetiminde yapılan binaların her katına beton dökülürken işçiler sırayla çalışırlardı. Ama bu işlerde Hasan usta kontrolü hiç kimseye bırakmazdı. Kendisi işçilerle beraber şantiyede kalır, işin başında olurdu.
Belki şans, belki de talihsizlik, depremin olduğu gece Hasan usta şantiyedeydi. Bu yüzden kendini çok suçluyordu, zor anda ailesinin yanında olamamıştı.
Bu karanlık dünyada Salih, yarım kalmış hayalleri hakkında çok düşünüyordu. Ta ki Ayşen’le karşılaşana kadar. Onu gördüğü andan itibaren Salih artık sadece kızı kurtarmayı düşünmeye başladı.
Salih, Ayşen’in üzerinden, yanlardan o kadar taş toprak temizledi ki aniden Ayşen sevindi:
“Ayağımı oynatabildim.”
“Ne güzel. İkisini de oynatabildin mi?”
“Dur bakayım… Evet, ikisini de.” Sonra yeniden inleyip sızlanmaya başladı. “Ama galiba kırıldı ayağım. Çok acıyor.”
“Tamam, dur biraz. Nereden biliyorsun kırıldığını, belki kırılmamıştır?”
“Ama çok acıyor.”
“Belki dünden beri hareketsiz kaldığı için ağrıyordur. Gel, kollarından tutayım, seni çekip çıkarayım.”
“Tamam, tut. Ama sert çekme. ‘Acıyor’ dersem bırak.”
“Tamam.”
Salih, Ayşen’in baş tarafına geçti. Ellerini Ayşen’in koltuk altına yerleştirip yavaş yavaş çekmeye başladı.
“Yok yok, elleme, acıdı.”
“Oynatabiliyorsan azıcık dayan, çıkaracağım seni.”
“Dayanamıyorum, çok acıyor.”
“O hâlde biraz da belinin altındaki toprağı temizleyeyim.”
Salih, Ayşen’in ayak tarafına geçti, yeniden işe koyuldu. Parmağının ucu öyle bir acıdı ki… Telefonunun ışığını ellerine tuttuğunda başparmakları dışında bütün parmakları kanadığını gördü. Delikanlı heyecanlandı:
“Aman Tanrım, bu da ne?”
“Ne oldu, eline cam mı battı?”
Salih’in, acıdan nefesi kesildi:
“Hayır, bir kere cam elim kesmişti, nasıl olduğunu bilirim. Ama bu bambaşka, bu dehşetli bir şey… Dayanamıyorum.”
Burada Küçük Kalamazsın, Büyü!
Ayşen kendi acısını unuttu, Salih’in derdine dertlendi. Gecelik gömleğini çekiştirip kolundan bir parça kopardı. Onu Salih’e verdi:
— Bak, hangi parmağın çok kanıyorsa bu parçayla sıkıca sar, kan dursun.
— Önemli olan acımaması. Çok kötü acıyor. Kanamanın durması önemli değil.
— Hayır, kanamayı durdur. Kanın biter, ölürsün.
Salih acısına rağmen Ayşen’in sözlerine gülmek istedi.
“Ellerim benim yüzümden böyle oldu.”
Ayşen gözleri doldu:
“Ne yapsak da acısı geçse, acaba?”
“Bilmiyorum, konuşturma beni, konuşamıyorum.”
“Tamam, bir şey söyleyeyim, sonra susacağım. Ellerini yukarı kaldır, belki acısı azalır.”
Salih, Ayşen’in dediğini yaptı. Kollarını biraz yukarı kaldırır kaldırmaz parmaklarının zonklaması azaldı.
“Gerçekten azaldı. Sen bunu nereden biliyordun?”
“Bir keresinde parmağımı yakmıştım, elimi kaldırınca acısı azalıyordu.”
“Ayşen, ben bu kadar uğraştım seni taşların altından çıkarmak için. Ama sen hâlâ orada kaldın.”
“Ne yapayım peki?”
“Ayağını oynatabiliyorsan demek ki çıkabilirsin. Oradan kurtulabilmen için senin de biraz acıya dayanman lazım. Acıyor deyip öylece kalıyorsun. Hiç olmazsa benim emeğime yazık olmasın.
Peki, dese de Ayşen, ağrının şiddetini önceden hayal edince gözleri doldu. Bu iki günde ayakları beton parçasının altında kalmıştı. Oynatınca acıdan çığlık atıyordu. Önceden bütün gün ayakları ağrıyordu, şimdi ise Salih üzerindeki yükü hafiflettiğinden sadece hareket edince acıyordu.
Salih’in sözlerinden sonra Ayşen biraz güç toplayıp yerinden kıpırdandı. O anda yine acıyla çığlık atıp durdu. Salih onun kıpırdamasından Ayşen’in betonun altından çıkmasının mümkün olduğunu anladı. Bunu anlar anlamaz parmaklarından akan kana aldırmadı. Ayşen’in arkasına geçti, kollarını onun koltuk altından geçirip bağırdı:
“Bana yardım et, seni çıkaracağım! Burada küçük kalamazsın! Büyü, ben büyüdüm, sen de büyü!”
Bu sözler sanki Ayşen’e güç verdi. Tüm kuvvetini toplayıp ayağıyla iterek çıkmaya çalıştı. Akıllı kız korkunç bir acıya dayandı, çok acısa da sesini çıkarmadı. Dayandı, dayandı, Salih’in emeğini boşa çıkarmadı. Sonunda ağır betonun altından çıkmayı başardı.
Onlar birbirlerine sarıldılar, ağlayarak kucaklaştılar. Bu, Salih ile Ayşen’in Karanlık Dünya’ya karşı ilk zaferleriydi.
Bu, Salih’in Telefonu
Ayşen’in dizleri çok ağrısa da betonun altından çıkabildiğine çok sevinmişti. Telefonun zayıf ışığında Salih’in kana bulanmış ellerine bakarak düşündü:
“Çekinmesem, Salih’in kanlı ellerinden öper, ona ‘Çok sağ ol, dostum.’ derdim. Bir zamanlar sana ‘gıcık’ deyip yakıştırma yaptığım için ‘beni affet.’ derdim.”
Aman, ne kötü acıyor parmaklarım.
Salih’in sesi onu düşüncelerinden ayırdı. “Futbol oynadıktan sonra ayaklarım ağrıyınca annem bana derdi ki: ‘Uyu, acısı geçecek.’ Uyursam, belki acısı azalırdı.”
“Uyumaya çalış, uyu, acın hafifler.”
“Bu acıyla uyuyabileceğime inanmıyorum.”
Telefondaki saat gece on ikiyi gösteriyordu. Çocukların uykusu gelmişti ama acıdan, soğuktan uyuyamıyorlardı.
“Biraz yürüyebilsen azıcık arar, belki bir çıkış yolu bulurduk.” dedi Salih.
“Dizlerim çok acıyor, adım atabilirsem giderim.”
“Koluma gir, sana yardım edeceğim. Yeter ki parmaklarıma dokunma.”
“Tamam.”
Salih, Ayşen’in koluna girdi. Ayşen neredeyse emekliyor, Salih’in arkasından sürünerek ilerliyordu. Salih uzaktan hafif bir ışık geldiğini fark edince umutlandı:
“Gel, gel, biraz daha gel! En azından az da olsa ışık geldiği yere yaklaşalım.”
“Gidecek hâlim yok, sen git, bak ışık nereden geliyor. Ben burada seni beklerim.”
“Hayır, sonra seni kaybederim. Dinlen, birazdan gideriz.”
Salih’in sesi titreyerek çıkıyordu. Kendini çok kötü hissediyor, başı dönüyordu. Ama çok geçmeden daha ilerleyemediler. Salih’in aniden durumu kötüleşti, ateşi çıktı. Kim bilir kaç dereceye yükselmişti. Sıcaktan konuşacak hâli bile kalmadı.
Şans eseri, işte tam o anda telefona zayıf bir arama geldi. Ayşen sevinçle bağırdı:
“Salih, arıyorlar! Aç telefonu!”
Salih bu aramayı çok beklemişti. Ama zavallı çocuk elini kaldırıp telefonu açamadı.
Ayşen, Salih’in güçsüz ve hareketsiz olduğunu görünce telefonu heyecanla kendisi açtı:
“Alo, alo, bu, Salih’in telefonu! Arayan kim?”
Telefonda ne ses vardı ne bağlantı. Hemen numarayı geri aradı. Telefondan ses gelmedi. Yine aradı, tekrar tekrar denedi… Defalarca aradı… Kızın sevinci yüzünde dondu kaldı. Umutsuzluğa kapılıp büzüldü. Ağladı, ağladı…
Salih yanındayken kendini o kadar da yalnız hissetmiyordu. Ama Salih’in ateşi çıktıktan sonra kendini çok yalnız hissediyor, durmaksızın ağlıyordu. Bir eliyle Allah’a yalvarıyor, Salih’in iyileşmesi için dua ediyordu. Diğer elini ise Salih’in alnından ayırmıyordu.
Bu Sabah Çok Aydınlık
Zavallı çocuklar iki geceyi böyle geçirdiler. Salih sabaha kadar ateşten adeta yanıp kavruldu. Ayşen, dizlerindeki acıdan iki büklüm olsa da küçücük elini Salih’in alnından çekmedi.
Ayşen ateşi olanın başına elini koyarsa ateşi düşer sanıyordu. Bu yüzden kolu ağrısa da elini Salih’in alnından kaldırmadı.
Acılar dinmiyor, karanlık ise bitmek, tükenmek bilmiyordu.
Gündüzü bir şekilde atlatsalar da gece yine dünkü gibi acılı, karanlık ve soğuk bir gecenin tekrarı oldu. Salih sabaha kadar ateşin içinde sayıklayıp durdu. Ayşen ise “Karanlık Dünya”nın her gecesinde olduğu gibi o gece de gece yarısına kadar ağladı ancak sabaha karşı biraz uyuyabildi. Salih ise ateşten kendinde olmadığı için gece ona çok da uzun gelmedi.
Ama sabah… O sabah mucizelerle dolu bir sabah oldu. O sabah unutulmaz bir sabah oldu.
Ayşen’i uykusundan sabah güneşi uyandırdı. Güneşin ışıkları gözlerini kamaştırdı. Ayşen rüya gördüğünü sandı.
Ama bu rüya değil, gerçekti. O sabah çok aydınlıktı. Öyle aydınlıktı ki küçük kızcağızın kırılmış umutlarını bile aydınlattı. Öyle güzel açıldı ki Ayşen anne babasına sımsıkı sarıldı.
İki gün önce Salih’le Ayşen yer değiştirdikten sonra nihayet telefona bir arama ulaşmıştı.
Bunu Yazmak, Tasvir Etmek Çok Zor
Hasan ustanın depremden sonra sanki beli kırılmış, dimdik duran duruşu iki büklüm olmuştu. Hem Kahramanmaraş’taki faciadan hem evlat acısından, o adeta ayakta “ölmüştü.” Dört gündür onun sevgili evladından hiçbir haber yoktu. Telefonuna ulaşılmıyordu. Öldü mü, yaşıyor mu, belli değildi.
Gece yarısı çaresizce bir kez daha oğlunun numarasını çevirdi. Telefona sinyal ulaşınca yattığı yerden fırlayıp ayağa kalktı. Numarayı defalarca arasa da yine bağlantı kesildi, yine numaraya ulaşılamadı. Hasan ustanın karanlık gözleri sanki aydınlandı. Oğlunu kurtarmak için sevinç dolu bir heyecan, kaygı ve karışık duygularla mobil veri çalışanlarına koştu.
Nöbetçi onu amire bağladı. Onlar telefon numarasının kapsama alanını tespit ettikten sonra Hasan usta belediye çalışanları, kendi elemanlarını, traktörleri, buldozerleri, vinçleri, deprem yardım ekipleri, mobil veri çalışanları, tüm yakın dostlarını o bölgeye topladı. Herkes aramaya başladı.
Perişan durumdaki baba iki gün, iki gece her zorluğa katlandı, beş dakika bile dinlenmedi. Ama kaç günlük eziyet sonrasında bir sabah yüzü güldü.
Arama sırasında son beton duvar kaldırıldığında, baba önce gürültüden korkmuş küçücük bir kız çocuğu gördü. Sonra ise başını kızcağızın dizlerine koymuş yatan oğlunu gördü.
Kız, kalabalığı görünce korkudan çığlık atıp ağladı. Sonra Salih’i sarsarak uyandırmaya çalıştı. Ama iki gündür süren ateşten Salih kendine gelemedi. Çünkü ateşi soğuktan değil, parmaklarındaki iltihaptan kaynaklanıyordu.
Oğlum İnşaat Mühendisi Olacaktı
Her iki çocuğu ambulansa aldılar. Hasan usta, oğlunu ambulansa kadar kucağında taşıdı. Günlerce ağlamaktan bitkin düşmüş anne ise yürüyemedi. Dizlerinin üstüne çöküp ellerini göğe doğru kaldırdı, yavrusunu kendisine bağışladığı için “Allah’ım, Allah’ım!” diyerek dua etti.
Ayşen’in anne babası ise aramalarda kendi çocuklarının da bulunacağını bilmiyordu. Onlar Ayşen’den ümitlerini kesmiş bir hâlde oturuyorlardı. Çocuklarını hastanede buldukları zaman çok sevindiler.
Bunu yazmak, canlandırmak zor değil, imkânsız…
Özcan Doktor, Salih’i muayene etti. Anne babasına yaklaştı. Baba oğlunun durumunu sordu:
“Doktor, Salih’in durumu nasıl?”
“Vücudunda hiçbir yara yok, ama parmak uçları çok kötü durumda.”
“Nasıl yani kötü?”
“Tıp terimleriyle anlatsam biraz zor anlayacaksınız. Sizin anlayacağınız şekilde söyleyeyim: Parmak uçları kangren durumunda. İltihap her an yukarıya doğru yayılabilir. Parmak uçlarının kesilmesi gerekebilir. Elbette çabalayacağız, elimizden geleni yapacağız. Her hâlde Salih için ne gerekiyorsa onu yapmaya çalışacağız.”
“Ampütasyon” kelimesi hem anne hem baba için çok ağır bir kelimeydi. Doktor uzaklaşıp gidince Hasan usta iki eliyle başını sıktı, inledi:
“Oğlum benim gibi inşaat mühendisi olacaktı. Projeler çizecekti, gitar çalacaktı.”
“Ampütasyon” kelimesi anne babaya beklemedikleri bir darbe oldu, ikisi de ayakta duramayacak hâldeydiler.
Ameliyat Nasıl Geçti Doktor?
Ameliyat bitince Salih anesteziden uyanır uyanmaz onu odaya aldılar. Az sonra cerrah içeri girdiğinde Salih’in anne babası kaygıyla doktorun ne söyleyeceğini bekliyordu. Özcan doktor, içeri girer girmez elini Salih’in alnına koydu:
“Geçmiş olsun. Yiğit oğlum, nasılsın?”
Salih ağzını açıp “iyiyim” demek istedi ama ne ağzı açıldı ne sesi çıktı. Başını sallayarak doktora “iyiyim” dedi.
“Merak etme, anestezinin etkisinden konuşamıyorsun ama konuşacaksın.”
Baba doktora:
“Sizden bir ricam olacak.”
“Buyurun…”
“Size zahmet olacak ama bir dakikalığına dışarı çıkabilir miyiz?”
“Elbette!”
Koridora çıktıklarında baba titreyen sesiyle sordu:
“Ameliyat nasıl geçti, doktor?”
“Doğrusunu söylemek gerekirse, iltihap beklediğimizden çok fazlaydı. Ameliyat çok zor geçti ama iltihabın yayıldığı bölgeleri kestik, temizledik. Böylece yayılma tehlikesini önledik.”
Tam bu sırada koridordan başhekimin telaşlı sesi duyuldu:
“Özcan doktor nerede?”
Başhekim Özcan doktoru görünce ona doğru yaklaştı, herkesten özür dileyerek:
“Sözünüzü böldüm. Özür dilerim. Özcan doktor, az önce iki yaşında bir çocuk getirdiler, enkazdan yeni çıkarılmış. Acilen ameliyat edilmesi gerekiyor! Rica ederim benimle gelin.”
Doktor gidince anne babası hüzünle Salih’in yanında oturdular. Çocuklarını sağ salim bulduklarına sevinmiş olsalar da şimdi de Salih’in parmaklarının “ampütasyonu” onları derinden yaralıyordu. Ne anne ne de baba birbirine bu konuda bir şey söylemeye cesaret edebiliyordu.
Bir İnsanı Ölümden Kurtarmıştı
Birkaç gün sonra Salih hastaneden taburcu oldu. Onu taburcu ederken doktor, anne babasına:
“İltihap yeniden oluşmasın diye iki günde bir pansumanı değiştirilecek. Yazdığım ilacı kesilmiş yerlere sürün. Yapamazsanız hastaneye gelin, hemşireler size yardımcı olur. Bir ay sonra kontrole yine yanıma gelirsiniz.” dedi.
Hastaneden çıktıktan sonra Salih’in sağlığı iyileşmiş, morali de düzelmişti. Sık sık Ayşen’i soruyordu. Kendisi enkazdan sağ çıkmakla kalmamış, bir insanı da ölümden kurtarmıştı. Ayşen’i karanlıkta yalnız bırakmamak Salih’e büyük sevinç yaşatmıştı.
“Ellerinin niye sarılı olduğunu sorduklarında, “Önemsiz bir şey, iyileşecek.” diyordu.
Ayşen ise hâlâ yürüyemiyor, tedavi görüyordu. Diz kapakları hasar gördüğü için çok acısı vardı. Salih sık sık onu arıyor, yalnız bırakmıyordu:
“Merak etme, biraz daha dayan, acıların geçip gidecek. Bak, benim de ellerimin acısı azaldı, birkaç güne sen de iyileşeceksin. Ellerimin sargısını açtırınca yanına geleceğim.”
Salih’in bu sözleri Ayşen’e teselli oluyor, sanki acılarını hafifletiyordu.
Anne ve babası doktorun Salih’e “ampütasyon” hakkında hiçbir şey söylemediğini biliyordu. Çünkü Salih’in keyfi yerindeydi. Anne bir gün ara ile Salih’i hastaneye götürüp pansumanını yeniletiyordu. Hemşire her sargıyı açtığında anne dayanamayarak odadan çıkıyordu.
Salih’in Canı, Doğru Söylüyorum
Bir ay geçti. Sonunda sargılar açılacaktı. O gün Salih’in anne babasına acı bir gün gibi görünüyordu, ikisi de hassas ve gözleri yaşlıydı. Anne kendini kötü hissettiği için hastaneye gitmedi. Doktor, sargıyı evde de açabilirsiniz demişti. Ama onlar cesaret edip açmamışlardı. Kontrole gitmeleri gerektiği için hemşirenin açmasının iyi olacağını düşündüler.
Nihayet hemşire sargıyı açtı. O an babanın Salih’in parmaklarına bakmaya cesareti yoktu. Salih, babasının bakmadığını görünce ellerini birleştirip parmaklarını ona göstererek sordu:
“Baba, acaba parmaklarımın ucundaki yaralar iyileşir mi?”
Babanın sustuğunu gören hemşire soruyu cevapladı:
“Elbette, bir iki aya düzelir.”
Baba kendini toparlayıp oğlunun ellerine baktı. Salih’in parmaklarını görünce istemsizce sesini yükseltti:
“Bu da ne? Peki, bunu bize niye söylemediniz?” diyerek Salih’in iki kolunu tutup ellerine baktı.
Hemşire korktu, sanki bir şeyi yanlış yapmış gibi hissetti. Özcan doktor, yan odadan sesleri duyarak geldi. Telaşla Salih’in ellerini eline aldı:
“Ne oldu ki? Her şey yolunda.”
“Parmak uçlarını kesmediniz mi?”
“Elbette hayır! Size gerekirse keseceğiz diye söyledim. Kesmeye gerek kalmadı, temizledik, bitti.”
Bunu söyleyince doktor aniden elleriyle yüzünü kapattı. Biraz öyle kaldıktan sonra ellerini yüzünden aldı:
“Sizden çok özür diliyorum. O kadar çok hastam, ameliyatım vardı ki dalgınlığıma geldi. Size, parmak uçlarına dokunmadığımızı söylemeyi unuttum. Demek ki bir ayı bu kaygıyla yaşamışsınız.”
Salih ve hemşire bu konuşmadan habersiz oldukları için şaşkınlıkla birbirlerine baktılar.
Babanın gözlerinden sevinç yaşları aktı. Önce oğlunun parmaklarını öptü. Sonra doktora teşekkür edip ellerini öpmek istedi. Doktor itiraz ederek ellerini geri çekti:
“Allah aşkına, bu benim hekimlik görevim.”
Baba hemen telefonunu çıkarıp anneyi aradı. Titreyen sesiyle, yüksek sesle:
“Oğlumuzun parmakları kesilmedi! Anladın mı, kesilmedi. Evet, evet, sağlam.”
Anne duyduğuna inanmadı. Baba bu kez, “Salih’in canı üzerine söylüyorum, doğru söylüyorum.” deyince, gözünden bir damla sevinç yaşı düştü.
Çadır Kentte
Her taraf karla kaplıydı. Beyaz çadırlar, bembeyaz karların arasında güçlükle seçiliyordu. Tüm çadırlardan soba dumanı yükseliyordu. Büyükler için bu manzara yürek burkucu olsa da çocuklar için çok ilginçti.
Çadırlardaki çocuklar kartopu oynamak için dışarı çıkmışlardı.
Eldiveni olmayan, yardım çadırına giriyor, oradan kendine eldiven alıyordu.
Ayşen, çadır kentte Salih’i görünce çok sevindi. Koşarak ona sarıldı. Ona “Senden nefret ediyorum.” diye takıldı. Salih küçük kızın bu garip şakasına alınmadı. O da Ayşen’e sarıldı. İkisi de çok mutluydular.
Salih sordu:
“Dizlerin nasıl?”
“İyi. Pazar günü sargısını açacaklar.”
“Ne güzel. Pazar gününe az kaldı.”
“Evet… Salih, eldivenlerini çıkar, parmaklarına bakayım, iyileşti mi?”
“Evet, kullanabiliyorum, iyileşiyorlar. Biraz soğuk olunca sızlıyor, sonra geçiyor.”
Böyle diyerek Salih eldivenlerini çıkardı, parmaklarını Ayşen’e gösterdi. Ayşen, Salih’in parmaklarına bakınca çok üzüldü. Uç kısımlarındaki etler kesildiği için, birkaç parmağının ucu eğri büğrü duruyordu.
Ayşen’in içinde, “Karanlık Dünya”da olduğu gibi yine bir istek doğdu; Salih’in ellerinden tutup teşekkür nişanesi olarak öpmek istedi. Ama hem utandı, hem Salih’in incineceğinden korktu. Salih, Ayşen’in duraksadığını gördü, onu rahatlattı:
“Doktor, birkaç aya parmak uçlarımdaki etlerin düzeleceğini söyledi.” dedi ve eldivenlerini geri giydi.
“Çok iyi olur.” dedi Ayşen, sonra iki eliyle Salih’in parmaklarını küçük avucuna aldı. Salih, “Parmaklarım üşüyünce sızlıyor.” demişti. O yüzden Ayşen, az da olsa onun parmaklarını ısıtmak istedi. Salih bunu anlayıp gülümsedi.
Aniden Ayşen, Salih’in elinden çekip sevindi:
“Hadi gidelim çadırlara bakalım, Esma’nın çadırını arayalım, bulalım!”
Salih’in sesi titredi:
“Ne yapacaksın Esma’yı, aramayalım onu.”
Bunu duyunca Ayşen şaşırdı. Salih’in Esma’yı sevmediğini düşündü. Ama Ayşen, Esma’yı görmeyi çok istiyordu:
“Hayır, hayır, gidelim, bulalım. Onu özledim. Hem ona soracaklarım var. Babasıyla annesi onun doğum günü için “Pijamaskeliler” çantasını alacaklardı, aldılar mı acaba?”
Salih başını eğince, Ayşen dostunun gözünden yaşların süzüldüğünü gördü. Ayşen durdu, sustu, artık konuşmadı. “Niye ağlıyorsun?” da demedi. Salih’in neden ağladığını anladı.
“Karanlık Dünya”da Salih ona, “Ben büyüdüm, sen de büyü.” demişti. Ayşen de büyümüştü. Artık her şeyi anlıyordu.
Ben Kahramanmaraş’ta Kalmak İstiyorum
Babası, yemek sırasında Ayşen’in keyifsiz olduğunu görünce:
“Ayşen, şimdi deprem yüzünden hasta çok. İnşallah sağlık olsun, hastalar da azalınca istediğin gibi Bakü’ye döneriz.” dedi.
“Evet kızım, burada sıkılıyorsan gideriz!” dedi annesi de.
“Benim için mi gitmek istiyorsunuz Bakü’ye?”
Ayşen, soru dolu bakışlarla hem babasına hem annesine baktı.
“Elbette, senin için. Hep diyordun ya ‘Bakü’yü özlüyorum.’ diye. Orada arkadaşların kaldı.” dedi annesi, Ayşen’in başını okşayarak.
“Eğer ben, burada kalmak istiyorum, dersem o zaman Bakü’ye gitmeyecek miyiz?”
“Biz senin için gideceğiz. Burada sıkılıyorsun diye… Surat asıyorsun.” dedi babası şaşkınlıkla.
Ayşen biraz sustu, düşündü, sonra yalvarış dolu bakışlarla önce babasına, sonra annesine baktı:
“Baba, anne, ne olur, size yalvarıyorum, hiçbir yere gitmeyelim. Ben Kahramanmaraş’ta kalmak istiyorum.”