İnceleme

İÇSIZLIĞIN HARİTASI

Songül Uslu

İÇSIZLIĞIN HARİTASI

Songül USLU

“Kendini ait hissedemeyen şiir, bir harita çizer kendine; ama o harita, hiçbir yere tam varmaz.”

Metin Kaygalak’ın Siyah Divanı, bu haritalardan biridir. Yönleri silinmiş, sınırları bulanık, yolları kesik… Bu kitapta okur, yalnızca bir şiirle değil, aynı zamanda bir içsızlık hâliyle karşı karşıyadır. Yerinden edilmiş bir benliğin, kopmuş bir aidiyetin, bölünmüş bir hafızanın izlerini taşır her dize.

“Aradalık”, bu şiir evreninin en derin kırıklarından biridir. Homi Bhabha’nın sözünü ettiği sınır-mekân ya da liminal alan, burada yalnızca kuramsal bir zemin değil, bizzat şiirin içine sinmiş bir varoluş hâlidir. Kaygalak’ın dili de bu kırılmanın taşıyıcısıdır. Ne tam anlamıyla modern bir şiir diliyle konuşur, ne de geleneğin içinde huzur bulur. Dili çatlar, sarsılır, parçalanır ve bu parçalanma hâli, şiirin bütünlüğüne dönüşür.

Siyah Divan, sadece yazılmış şiirlerin toplamı değildir. O, geçmişin parçalarıyla bugünün belirsizliği arasında kurulan bir hafıza defteridir. Her şiir, bir yönüyle coğrafyanın, bir yönüyle kimliğin, en çok da içsız kalmanın izlerini sürer. Bu yazı, o izlerin peşinden gidecek; şiirin içindeki bu “ne orada ne burada” hâlini bir harita gibi okumaya çalışacaktır.

Taşra… Yalnızca bir yer adı değil, bir duygu coğrafyasıdır Kaygalak’ın şiirinde. Kentin dışında kalmış, merkezin uzağında, haritanın soluk kenarında bir yaradır taşra. Ama şiirin derinliği şuradadır: Kaygalak, taşrayı romantize etmez. Ne özlemle yüceltir ne de küçümseyerek terk eder. Taşra, onun şiirinde “aradalığın kendisidir” – geleneğin donukluğuyla modernitenin yabancılaştırıcılığı arasında kalmış bir gölge mekân.

Şiirlerdeki mekânlar, gerçek coğrafyaların ötesine geçer. Mardin geçer, Adıyaman geçer, Urfa geçer… Ama bunlar yalnızca isimler değildir. Her biri bir parçalanmışlığın, bir sessiz çığlığın fonudur. Mekân, hatırlamanın da unutuşun da toprağıdır. Göçün, yitimin, bir daha dönülemeyecek evlerin sesi gizlidir satır aralarında. Şiir, bir harita çizer ama o haritada yollar birbirine kavuşmaz.

Kent ise başka bir sessizlikle gelir şiire. Betonun gölgesiyle, kalabalık içinde yalnız kalmanın soğukluğuyla… Kaygalak için kent, kurtuluş değil başka bir tutsaklıktır. Taşranın ağrısını taşırken, kentin diliyle de barışamaz şiir. Bu yüzden Siyah Divan’da mekân, tam anlamıyla bir “sınır hali” olarak çıkar karşımıza. Şair ne oradadır ne buradadır. Ne taşra tamamen yurt olur ne kent. O yüzden şiir, mekânın değil, mekânsızlığın şiiridir. Kaygalak, bir yere yerleşmek yerine, yer değiştirmeyi şiirin varoluş nedeni hâline getirir.

“bir kırağı gibi / düşmüşüm eşiğine her yerin”

Bu dizeler, şairin kendisini mekânlara değil, mekânların eşiğine ait hissettiğini duyurur. Kırağı gibi düşmek—bir görüntü değil, bir sızı. Ne tamamen kar ne tamamen su… İşte tam da bu yüzden Siyah Divan, içsız bir şiirin mekân atlasıdır.

 

Dil’in Kırık Aynası: Siyah Divan’da Anlatının Çift Sesliliği

“sıla bir sözcük değil artık / dişimizin kenarında kalan pas”

Kaygalak’ın şiiri, yalnızca bir anlatma biçimi değil, bir sorgulama biçimidir. Dili, anlamların taşıyıcısı değil; anlamların sarsıldığı, çatladığı, sorguya çekildiği bir zemin olarak kullanır. Çünkü onun şiirinde kelimeler yerli yerinde değildir; yerinden edilmişliğin, içsizlik duygusunun izlerini taşır. Her sözcük hem anlamını hem de aidiyetini yitirmiş gibidir. Bu nedenle Kaygalak, şiirsel anlatısını tek bir sesle değil, çift sesli bir yapı üzerine inşa eder: Gelenekle modernin, bireysel hafıza ile kolektif travmanın, konuşulanla susulanın çarpıştığı bir dil örgüsü kurar.

Şiirdeki bu çift seslilik, yalnızca anlatım biçimiyle değil, kullanılan sözcüklerin kökeniyle de ilgilidir. Arapça ve Farsça kökenli sözcükler, modern Türkçenin daha sade, soyut sözcükleriyle iç içe geçer. Hem Mevlana’nın dilinden bir parça vardır o dizelerde, hem de Hasan Hüseyin’in, Ahmed Arif’in kırılgan sesi. Kaygalak’ın şiiri böylece yalnızca bir bireyin sesi değil, tarihten süzülen bir çokluğun uğultusudur.

Bununla birlikte, şiirdeki bu kırılma, yalnızca kültürel değil, aynı zamanda psikolojik bir kırılmadır. Şairin dili zaman zaman içsel bir monoloğa, zaman zaman toplumsal bir çığlığa dönüşür. Anlatıcı, kimi zaman kendine fısıldar, kimi zaman bir kalabalığa seslenir. Bu çok seslilik, şiire sadece biçimsel bir zenginlik katmaz; aynı zamanda şiirin ontolojik düzeyde bir aradalık duygusu taşıdığını gösterir. Bu dil, kendini ait hissedemeyenlerin, konuşurken bile susanların dilidir.

 “adımı söylemedim hiç / çünkü adım da sürgündeydi”

Dili bir ad, bir yer, bir sığınak olmaktan çıkaran bu dizeler; şairin kendini ifade etme arzusunu, ifade edemeyişiyle birlikte taşır. Siyah Divan’da dil, bir aynadır ama o ayna kırıktır. Şairin benliği, o aynada kendini her seferinde başka türlü görür, çoğalır ve dağılır.

 

Sessizlikten Gelen Ses: Siyah Divan’da Bekleyiş ve Yas

“saat dört / bir ölü gibi duruyor zamanın ortasında”

Metin Kaygalak’ın Siyah Divan’ında zaman akmaz. Daha doğrusu, zaman sadece geçmez—bekler. Saatler ilerlemez, anlar çoğalmaz, hayat bir eşikte kalır. Bu bekleyiş, sıradan bir sabırsızlığın değil, derin bir yoksunluğun içinden seslenir. Kaygalak’ın şiirinde “beklemek,” umut etmekten çok, kaybetmeye alışmaktır. Beklemek, burada bir varlık hâli değil, bir yokluk biçimidir.

Bu şiirlerde, yas tutulmaz; yasla yaşanır. Her dizede yitirilen bir şey vardır: bir insan, bir dil, bir şehir, bir anlam, bazen sadece bir çocukluk gölgesi. Ama Kaygalak’ın yas şiiri, doğrudan ağıt biçiminde değildir. Ağıt, burada açık değil, suskun bir biçimde vardır. Dizelerde görünen sessizlik, aslında yankılarını sonsuza dek taşıyan bir çığlığın izdüşümüdür.

“bir şey eksik her sabah / annem mi yoksa çocukluğum mu”

Kaygalak’ın şiiri, kaybın nesnesini bile tam olarak bilemeyen bir şiirdir. Çünkü o kayıp, tekil bir olgu değil, bir ruh hâlidir. Şairin sesi, yalnızca kendini değil, bir halkın kolektif yitimini de taşır. Özellikle Kürt coğrafyasının içinden süzülen bu şiirler, bireysel melankoliyi tarihsel bir hüzne dönüştürür. Kaybedilen sadece “ben” değildir; kaybolan, “biz”in sesi, dili, yüzü ve belleğidir.

Ve işte burada devreye sessizlik girer. Bu şiirlerde bağıran değil, susanlar konuşur. En çok da susan kadınlar, bekleyen anneler, ölen çocuklar, eşiği gözleyen yaşlılar. Onlar adına konuşmaktan çok, onların sesini dinleyen bir şiirdir bu.

“bir kadın bekliyor / içinden taşan dilsizliğiyle”

Bu bekleyişler çoğu zaman karşılıksızdır. Gelmeyecek olanı beklemek, geçmeyecek olanı geçer sanmak… Şiirin yası da burada başlar: Bir daha asla gelmeyecek olanı yine de umut etmekte. Kaygalak, bekleyişin felsefesini değil, onun iç yakan sessizliğini yazıya döker.

Beklemek, onun şiirinde zamana değil, kimliğe ait bir niteliktir. Bazen kendi diline kavuşmayı, bazen annesinin elini, bazen bir çocuğun ağzından dökülecek ilk sözü… Bazen de hiç gelmeyecek olan bir “barış”ı bekler.

Siyah Divan: Hafıza, Bedel ve Şiirin Siyahı

“her dize bir mezar yeri gibi / adını kazıdım kendi suskunluğuma”

Metin Kaygalak’ın Siyah Divan’ı, adıyla bile karşıtlıkların birliğini çağırır: “Divan”, geleneğin, sükûnetin ve biçimin adıyken; “siyah”, karanlığın, yasın ve kırılmanın rengidir. Bu iki kelimenin yan yana gelişi, kitabın şiirsel dünyasının da bir özeti gibidir: Düzenli bir biçimde kurulmuş ama içi paramparça bir ruhun haritası.

“Divan”, bir yüzyıllar öncesinden bugüne seslenen formdur. Arapça ve Farsçanın müzikal örgüsünü taşıyan, kelimelerin gölgelerinde saklanan anlamlarla dolu geleneksel bir şiir türü. Kaygalak, bu divan’a “siyah” diyerek, belki de gelenekle hesaplaşmanın en şiirsel biçimini seçmiştir. Onun divanı, Fuzuli’nin aşkını değil; sürgünü, acıyı, yitimi ve dili yutan sessizlikleri anlatır. Bu şiirlerde biçim vardır, ama o biçim içindeki kelimeler artık rahat değildir. Sanki her biri, bir zamanlar konuşulan ama şimdi sadece fısıltısı kalan bir dilden devşirilmiştir.

Şiirlerde karşımıza çıkan siyah; sadece renk değil, aynı zamanda bir bellek, bir direnç biçimidir. Siyah, burada inkârın değil, ısrarın rengidir. Görülmeyeni göstermenin, üstü örtülmüş olanı dillendirmenin yoludur. Hafıza, bu şiirlerin temel dokusudur: bireysel, ailesel, toplumsal, hatta mekânsal hafıza. Her dize bir iz, her sayfa bir kayıt defteri gibi. Ama bu kayıt, resmi tarihin düz çizgisi değil, parçalanmış belleğin kıvrımlarıyla doludur.

“tarih diye bize / eksik bir coğrafya verdiler”

Ve bu yüzden Siyah Divan, aynı zamanda bir bedel kitabıdır. Kaygıların, yitimlerin, konuşulamayanların bedeli… Ama bu bedel yalnızca bir acı yükü değildir; aynı zamanda şiirin siyasal ve etik sorumluluğudur. Kaygalak’ın şiiri, estetize edilmiş bir melankoliden çok uzaktır. Onun derdi, şiiri bir tanıklık mekânına dönüştürmektir. Her dize, birinin susuşunu devralır, bir yerin gölgesini taşır.

Kaygalak, Siyah Divan’da şiiri bir eyleme dönüştürür: Hem sessizliği yazıya çeviren hem de yazıyla sessizliği büyüten bir eylem. Dil, burada yalnızca anlam üretmez; aynı zamanda kaybolmuş olanı geri çağırır. Tıpkı divan şiirinde olduğu gibi, her sözcüğün ardında başka bir dünya vardır—ama bu kez o dünya, geçmişte kalmış değil; hâlâ üzerimizde taşıdığımız, bastırılmış ama silinmemiş bir gerçektir.

 

Aradalığın Şiiri Olarak Siyah Divan

Yazdığım bu incelemede, Siyah Divan’ı yalnızca bir şiir kitabı olarak değil, aynı zamanda bir aradalık manifestosu olarak ele aldım. Bu kitap; yerle yersizlik, dille dilsizlik, sesle sessizlik, gelenekle kırılma arasındaki gerilimden doğan şiirlerle örülmüş bir hafıza atlasıdır.

Metin Kaygalak, siyahın içine yazdığı bu divanla hem geçmişi hem bugünü konuşur—ama en çok da henüz adı konmamış olan yarını bekler gibi susar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu