İnceleme

MİLLİ MARŞIMIZ ÜZERİNE III-KAMİL ŞAHVERDİ

Türkiye Türkçesine Aktaran: Aleyna Malkoç

MİLLİ MARŞIMIZ ÜZERİNE III

KAMİL ŞAHVERDİ

Türkiye Türkçesine Aktaran: Aleyna Malkoç

“Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın.”

Mehmet Akif Ersoy

Türkiye Cumhuriyeti İstiklal Marşı’nın Şairi

 

Üzeyir Hacıbeyli adına Azerbaycan Devlet Senfoni Orkestrası, 25 Mayıs 1992’de gerçekleştirilecek olan kamuya açık dinleti için eserleri icra etmeye hazırlanıyordu. Devlet marşı için sunulmuş dört eserin tamamı Üzeyir Bey’e aitti. Besteciler hazırladıkları eserlerin partitür ve notalarını Besteciler Birliği’ne teslim etmişlerdi. Tüm organizasyon işlerine Besteciler Birliği’nin birinci kâtibi Tofik Guliyev başkanlık ediyordu. Eserlerin notalarını da o teslim alıyordu.

Hatırlıyorum, Aydın K. Azim’le birlikte Besteciler Birliği’ne gitmiştik. Partitürü ve notaları Aydın hocamız Tofik Guliyev’e verdi. Tofik Hoca partitürü sayfa sayfa açıp ilgiyle gözden geçirdi, sonra şakayla karışık şöyle dedi:

“Aydın, günlerdir seni bekliyorum. Herkes teslim etti, bir tek sen kalmıştın. ‘Herhalde fikrini değiştirdi, katılmak istemiyor.’ diye düşündüm.”

Aydın K. Azim cevap verdi:

“Tofiq hocam, artık benden çıkmış bir mesele… Katılsam da katılmasam da her yerde ‘Azerbaycan Marşı’ zaten seslendiriliyor.”

Tofiq Guliyev gülümseyerek,

“Ama her sabah saat 6’da radyoda devlet marşı çalınıyor.” dedi.

Sonra ekledi:

“Katılanların her birine 1000 manat telif ödenecek. Doğrusu, böyle bir iş için çok büyük bir ücret değil ama yine de bereket versin.”

Böylece birkaç dakika şakalaşıp vedalaştılar.

1989 yılında Yusif Semedoğlu, Aydın K. Azim’den eseri iki haftada hazırlayıp kaydedilmiş hâlde kendisine ulaştırmasını rica etmişti. O dönem için bu son derece zor bir işti. Ama Aydın Hoca bunu başarabileceğini söylemişti.

Bu noktada bazı ayrıntılara temas etmek isterim. Yazının önceki bölümlerinde belirttiğim gibi, Azerbaycan’da ilk kez 1989’da besteci Serdar Ferecov, Üzeyir Bey’in bilinmeyen iki marşını Edebiyat ve İncesenet gazetesinin 14 Temmuz sayısında yayımlamıştı. Aydın K. Azim de “Azerbaycan Marşı”nı o sayıda görüp üzerinde çalışmaya başlamıştı. Serdar Ferecov ise marşları ünlü Türk müzikoloğu Etem Üngör’ün Türk Marşları kitabından almıştı. Her iki marş, 1965’te ilk defa Etem Üngör tarafından yayımlanmıştı.

Etem Üngör’den önce “Azerbaycan Marşı”nın sözleri Türkiye’de ve Almanya’da çeşitli dergilerde defalarca yayımlansa da notalar ilk kez 1965’te Türk Marşları kitabında görünür olmuştu. Bu çok değerli bir tarihî bilgidir. Yazının ilerleyen bölümünde bu konuya özel olarak döneceğim. Çünkü Etem Üngör öyle bir iş yapmıştı ki birkaç cümleyle geçilemez. Onun hizmetini ayrıntılı biçimde açıklayacağım.

Etem Üngör eserin yalnızca melodisini, yani tek sesli hâlini yayımlamıştı. Aydın K. Azim bu tek sesli varyant üzerinde çalışmış, eseri bugün duyduğumuz hâline getirmişti. Bunları hatırlatarak demek isterim ki, eğer bu işle başka bir besteci uğraşsaydı, belki de eser bugün çok farklı bir biçimde seslendiriliyor olacaktı. Çünkü her bestecinin kendi üslubu, orkestrasyon anlayışı vardır. Aranjman ve orkestrasyon çok şey değiştirir. Aydın K. Azim, Üzeyir Bey’in ruhunu ve nefesini koruyarak mükemmel bir iş ortaya koymuştu.

Yusif Semedoğlu eserin iki haftada tamamen hazırlanıp banda alınmasını rica ettiğinde, Aydın K. Azim “Azerbaycan Marşı”nın klaviri üzerinde çalışmayı henüz tamamlamıştı. Yani eseri piyano ve ses için armonize etmişti. Normalde önce armonik yapı kurulur, klavir hazırlanır, ardından partitura yazılır. Partitura, orkestradaki tüm enstrümanlar ile koroyu içeren büyük notasyondur. İtalyanca’da paylaşım, dağılım anlamına gelir.

Aydın Hoca’nın iki hafta içinde partitürü yazması, tüm enstrüman ve koro partilerini ayrı ayrı çıkarması, orkestranın bunları çalışıp hazırlaması ve sonunda eserin kaydedilmesi gerekiyordu. Tüm bunları iki haftada yetiştirmek neredeyse imkânsız görünüyordu. İş çok, zaman çok azdı. Ama Aydın K. Azim hiç gecikmeden işe başladı. Yanılmıyorsam partitür bir gecede hazırlandı.

Partileri çoğaltmak için benden birini bulup çağırmamı rica etti. Bu başlı başına bir meslekti. O dönem Azerbaycan’da bu işle sadece iki üç kişi ilgilenirdi. Onlara “ses kopyalayıcıları, musiki kâtipleri” denirdi. Çok zor bir işti.

Düşünün, orkestrada her enstrüman için parti ayrı ayrı yazılır. 20 birinci keman, 20 ikinci keman… Her pult için 10 nüsha gerekir. Bugün fotokopiyle çoğaltmak mümkündür ama o zaman hepsi elle kopyalanıyordu.

Devlet Senfoni Orkestrası’nda kemancı Rauf Elefsedzade ile görüştüm. Partitürü gösterdim. Kaç günde kopyalayabileceğini sordum. Elinde işi olduğunu, bir haftada bitirip ardından en az on günde bunu yapabileceğini söyledi. Rica ettim, yalvardım; sonunda kabul etti. İki gün iki gece çalışıp tüm partileri teslim etti. Aydın K. Azim notaları orkestraya ve koroya ulaştırdı, provalar başladı.

Aydın hoca notaları Tofiq Guliyev’e teslim ederken tüm bu yaşananlar gözümün önünden geçti.

25 Mayıs 1992’de Müslüm Magomayev adına Azerbaycan Devlet Filarmonisinde büyük bir kalabalık vardı. Milli Meclis’in (Milli Şura’nın adı değiştirilerek Milli Meclis olmuştu) devlet marşı komisyonu üyeleri, milletvekilleri, bakanlar, bilim ve sanat insanları, aydınlar, siyasetçiler devlet marşı için sunulan eserlerin kamuya açık dinletisi için toplanmışlardı.

Komisyon başkanı Firudin Celilov, 18 Mayıs’ta Başbakan Yardımcılığına atanmıştı. Bu atama bizde “Azerbaycan Marşı”nın devlet marşı olarak kabul edileceği yönünde bir umut uyandırmıştı. Çünkü Firudin Celilov hükümette kültür-hümaniter sahadan sorumluydu. Biz de safça konunun çözümünün kolaylaşacağını düşünüyorduk.

Sahneye Üzeyir Hacıbeyli adına Devlet Senfoni Orkestrası oturmuştu. Komisyon üyeleri ve davetliler yerlerini aldıktan sonra şef Eli Cevanşir orkestranın önüne geçti ve “hazır ol” işareti verdi.

İlk olarak Azerbaycan SSC Devlet marşı çalındı. Elbette ki korosuz, orkestral versiyon. Eser çok görkemlidir. Üzeyir Bey, 1944’te yazmıştır. Sözleri Samed Vurgun ve Süleyman Rüstem’e aittir. 1978’de yeni Anayasa kabul edilince metinde Hüseyn Arif bazı değişiklikler yapmış, Stalin’in adı metinden çıkarılmıştır.

Bu devlet marşının ve Sovyet ulusal marşının çok ilginç bir tarihi var, ilerleyen yazılarda genişçe anlatacağım.

1978’deki Anayasa sonrası Niyazi devlet marşını yeniden düzenlemişti. Büyük ustalıkla yaptığı bu düzenlemede eser olağanüstü bir parlaklığa kavuşmuştu. Daha önce nefesli orkestra ve koro için seslendirilirken, Niyazi onu büyük senfonik orkestra ve koro için işlemişti.

Bazıları “Azerbaycan Marşı devlet marşı olamaz” diye iddia ediyordu. Oysa Azerbaycan SSC devlet marşı ritim ve tür olarak aslında marşa yakındır. “Azerbaycan Marşı” ise biçim olarak klasik marş formundan farklıdır. Bu apayrı bir konu, ileride ayrıca üzerinde durmayı düşünüyorum.

Nihayet Tofiq Guliyev’in sunduğu varyant çalındı. Orkestra eseri yüksek ustalıkla icra etti. Açıkçası eser, Niyazi’nin düzenlemesine neredeyse çok benziyordu; ciddi bir fark hissedilmiyordu. Sadece bakır nefesliler biraz daha öne çıkarılmıştı ki bu da esere ihtişam katmıştı.

Ardından Vasif Adıgözəlov’un sunduğu Üzeyir Hacıbeyli’nin Koroğlu operasından “And Korosu” çalındı. Daha sonra Musa Mirzeyev’in devlet marşı için işlediği “Ey Veten” korosu geldi. Orkestrasyon başarılıydı. Son olarak sıra “Azerbaycan Marşı”na geldi.

Şefin “hazır ol” işaretinden sonra orkestranın yüzlerinde tuhaf bir ifade belirmişti. Belki bana öyle geldi. Eser büyük bir coşkuyla çalınmaya başlandı. Herkes nefesini tutmuş dinliyordu.

Eser bittiğinde olağanüstü bir şey oldu. Orkestranın tüm üyeleri ayağa kalkıp alkışlamaya başladı. Bu çok ender görülen bir durumdu. Müzisyenler, eser hakkındaki ilk duyguyu böyle belli eder. Onların bu davranışı, bu ölümsüz müziğe kayıtsız kalmanın imkânsız olduğunu gösteriyordu. Ardından bütün salon ayağa kalkıp alkışladı.

İcralardan sonra komisyon üyeleri görüşmek üzere müdürün odasına çekildi.

Bu sırada Tofiq Guliyev, Aydın K. Azim’e yaklaşarak tebrik etti:

“Aydın, çok güzel işlemişsin. Çok beğendim. Yüksek ustalıkla orkestrasyon yapmışsın. Aferin sana.”

Ardından herkes tebrik etmeye başladı. Adeta “Azerbaycan Marşı” devlet marşı olarak kabul edilmiş gibiydi. Bir süre sonra komisyon üyeleri odadan çıktı. Firudin Celilov açıklama yaptı:

“Yarın komisyon çalışmalarına devam edecek, eserlerin metinleri tartışılacak ve ardından karar açıklanacak.”

Akşam evde haberleri izledim. Programın sonunda filarmoniyle ilgili haber yayınlandı. Telli Penahkızı konuya dair geniş bir özet verdi ve komisyonun oy birliğiyle Tofiq Guliyev’in düzenlediği Azerbaycan SSC devlet marşına öncelik verme kararı aldığını ve 27 Mayıs’ta oylamaya sunulacağını bildirdi.

Bu haberi duyunca şaşırdım. Çünkü filarmonide bizzat duymuştum. Metinlerin ertesi gün tartışılacağı söylenmişti. Hemen Aydın K. Azim’i aradım. O da şaşırmıştı. Haberleri izlememişti, inanmak istemedi.

Sonra Cövdət Hacıyev’in yayına gelmeye razı olduğunu öğrendik. Bu bizi hem sevindiriyor hem de endişelendiriyordu: “Ya bana yayın saati vermezlerse?”

Gülnare Qurbanova’yı da bilgilendirdim. O komisyonun tüm organizasyonunu yürütüyordu. O da şaşkındı. Ertesi sabah televizyona gidip Telli Penahkızı’nı bulmak istedim ama izinliydi.

Bu durumda Devlet Televizyonu’nun başkan yardımcısı Nahid Hacızade’nin yanına gitmek zorundaydım. Ne kadar kızgın olsa da… Nahid Hacızade, bir hafta önce beni çok ağır bir şekilde azarlamıştı. Normalde sakin ve ağırbaşlı olan bu insanı ilk kez o kadar öfkeli görmüştüm. Çünkü büyük bir hata yapmıştım. “Çırpınırdı Karadeniz, bakıp Türk’ün bayrağına…” ilk kez yayına girdiğinde ciddi bir problem çıkmıştı.

Türkiye’den —adını hatırlamadığım— bir müzik grubu gelmişti. Ben onları televizyona davet edip çekim yapmıştım. Repertuarlarında 5-6 türkü vardı ve finalde Üzeyir Hacıbeyli’nin, sözleri Ahmed Cavad’a ait olan “Çırpınırdı Karadeniz”ini söylediler. O dönem bu eseri işitmiş olan çoktur ama radyodan duyulur şekilde dinlemek herkese nasip olmamıştı. Ben de kayda aldığım için gurur duyuyordum. Çünkü Azerbaycan’da ilk defa televizyondan yayınlanacaktı. Ancak Türkiye’den gelen grup şarkının şu kıtasını değiştirmişti:

Orijinali:

Kafkaslardan aşacağız

Türklüğe şan katacağız

Türk’ün şanlı bayrağını

Turan eline asacağız.

Onların söylediği:

Kafkaslardan aşacağız

Türklüğe şan katacağız

Türk’ün şanlı bayrağını

Moskova’dan asacağız.

Şarkıyı kaydederken ben özellikle düzeltmemiştim. Yanlış olduğunu bile bile bunu bırakmıştım. İçimden “70 yıllık istilanın hıncını böyle çıkarıyorum.” diyordum. Gençlik deliliği, duygusallık aklımın önüne geçmişti. Bağımsızlığımız yeni kazanılmıştı, hepimiz büyük bir coşku içindeydik.

Normalde yayınlanacak her programı önce Nahid Hacızade izler, düzeltmelerini yapar, onay defterini imzalardı. İmzası olmadan hiçbir program yayına gidemezdi. Ben de bu programı hazırlayıp ona götürdüm. İçinde neler olduğunu sordu; “Türküler söylediler, sonunda da ‘Çırpınırdı Karadeniz’i okudular,” dedim. Hatta heyecanla “İlk kez bizim yayında duyulacak,” diye övünerek anlattım.

Nahid Hacızade memnun oldu, Ahmed Cavad’ın ünlü şiirini ezberden okudu. Programı izlemeye bile gerek duymadan imzaladı.

Program, iki gün sonra yayınlanacaktı. Ben de gururla herkese haber salıyordum: “Mutlaka izleyin, ilk kez ‘Çırpınırdı Karadeniz’ yayına giriyor!”

Ertesi gün Nahid Hacızade beni çağırdı. Odaya girer girmez üstüme haykırdı. Yüzü kıpkırmızıydı, yumruğunu masaya öyle vuruyordu ki kâğıtlar yerlere saçılıyordu:

“Ben sana güvendim! İzlemeden imzaladım! Sen nasıl olur da şiirin sözünü değiştirirsin? Bu yayınlansaydı bunun hesabını kim verecekti?!”

Hatasız değildim. Defalarca özür dilesem de Nahid Hacızade haklıydı. Çok ağır bir hataydı.

Sonunda, “Programı yayından çıkardım. Git izahat yaz.” dedi.

Odaya çıkıp açıklama yazdım. “İlk defa yayınlanacak olmasının verdiği heyecandan bu kıtadaki değişikliği fark etmediğimi” belirttim. Daha sonra o kıtayı kayıttan çıkardım.

Birkaç saat sonra tekrar yanına gittim, gerekli düzeltmeyi yaptığımı söyledim.

Rica ettim. “Programı yayından kaldırmayın; benim hatam yüzünden izleyiciyi Üzeyir Bey ile Ahmed Cavad’ın eserinden mahrum bırakmayalım.”

Nahid Hacızade sakinleşmişti. Karşısına oturttu, uzun uzun nasihat etti.

Ertesi gün program yayımlandı. Her ne kadar kıtası eksik olsa da, seyirciler ilk kez “Çırpınırdı Karadeniz”i televizyondan dinlediler.

Bu olaydan bir hafta sonra yeni bir kriz nedeniyle yine Nahid Hacızade’nin kapısını çalmak zorundaydım. Biliyordum ki kızacak, belki beni dinlemek bile istemeyecek… Ama mecburdum.

İçeri girince, başını kaldırıp beni görünce, “Yine ne yaptın? Bu defa ne karıştırdın?” diye sordu.

“Bu kez ben bir şey yapmadım,” dedim, “ama büyük bir yanlışlık olmuş, sizi bilgilendirmeye geldim.”

Olanı aynen anlattım. Akşam haberlerinde devlet marşı konusunda ciddi bir hata yapılmıştı ve bu büyük rahatsızlık yaratmıştı.

Nahid Hacızade beni dinledi, sakin bir sesle:

“Haberlerde ne söylenirse söylensin, devlet marşı konusunu Meclis çözecek. Sen işine bak.” dedi.

Ama ben ısrar ettim:

“Biz yıllardır ‘Azerbaycan Marşı’ için mücadele ediyoruz. Dün yayımlanan haber büyük tepki doğurdu. Yarın Meclis önünde protesto yapılması planlanıyor.”

O dönem protestolar çok sıktı… Televizyon binasının önü de sık sık gösteriye sahne olurdu.

Bunu duyan Nahid Hacızade hiddetlendi:

“Televizyonun devlet marşı kararıyla ne ilgisi var ki?!”

Ben yayında açıklama yapılması için izin istedim. Cövdət Hacıyev ile Aydın K. Azim’i programa davet ettiğimi söyledim.

Bunu duyar duymaz yeniden bağırmaya başladı:

“Sen nasıl olur da yönetimi bilgilendirmeden insanları programa çağırırsın?! Bekle dışarıda!”

Bir süre sonra genel müdür Elşad Quliyev’in yardımcısı beni çağırdı. İçeri girince o da aynı öfkeyle bağırdı:

“Sen kim oluyorsun da televizyonun önünde miting düzenliyorsun?!”

“Ben düzenlemiyorum.” dedim. “İnsanlar haber yüzünden tepki gösterecek. Çözüm olarak canlı yayın yapmayı önerdim.”

“Canlı yayın olursa miting olmayacak mı?” diye sordu.

“Olmayacak,” dedim. “Objektiflik sağlanmış olur.”

Bir süre düşündü,

“Akşam haberlerden sonra yayın saati verdik.” dedi.

“Konudan sapma, sorumluluk sende.” diye ekledi.

Hemen Aydın Hoca ve Cövdət Hacıyev’i arayıp haberi verdim. Çekim ekibiyle hazırlığa başladık. Az sonra filarmoniye gidip metin tartışmalarına katılacaktım.

“Azerbaycan Marşı”nın devlet marşı olmasını istemeyenler her yola başvuruyordu.

Filarmoniye gittim. Fuayede davetliler ayakta grup grup konuşuyordu, tartışmalar başlamamıştı. O esnada Aydın K. Azim’i arıyordum.

Tam o sırada Polad Bülbüloğlu ve Ferhad Bədəlbəyli içeri girdi. Aydın K. Azim’le karşılaşıp kenara çektiler. Polad Bey kültür bakanıydı; Ferhad Bey ise yeni atanmış konservatuvar rektörü.

Ferhad Bədəlbəyli, Aydın hocanın omzuna dokunarak şöyle dedi:

“Aydın, görüyorsun, devlet marşı için sunulan dört eser de Üzeyir Bey’indi. Hangisi seçilse olur. Bence mevcut devlet marşını değiştirmemek en iyisi. Hepimiz alışmışız, elli yıldır duyuyoruz. Sözlerini biraz düzeltirler, olur biter. Esas olan müziğin Üzeyir Bey’e ait olması.”

Polad Bülbüloğlu da destek verdi:

“Aydın, bence de devlet marşını değiştirmenin anlamı yok. Sen sunduğun varyantı geri çeksen iyi olur. Senin emeğin boşa gitmez. Ben bakan olarak talimat veririm; eserin takvim planına alınır, devlet törenlerinde icra edilir. Şahsen ilgilenirim. Yeter ki geri çek.”

Aydın K. Azim, ikisini de dinledikten sonra başını Üzeyir Bey’in duvardaki portresine çevirip:

“Bu mesele benim elimde değil. O büyük insan ne dediyse o olacak.” dedi.

Ve odadan çıktı.

Fuayeye doğru yürüyorduk ki bu defa besteci Aqşin Elizade arkamızdan yetişip Aydın hocayı kenara çekti:

“Aydın, çok güzel çalışmışsın ama bana kalırsa bu eser devlet marşı olmaz. Bana ‘Tebil döy’ filmindeki müziği hatırlatıyor. Sen hiç benzerlik hissetmedin mi?”

Aydın hoca omuz silkip bunun yersiz bir benzetme olduğunu belli etti. Aqşin Bey gülerek:

“O filmi bulup mutlaka izle, ne kadar benzediğini göreceksin.” deyip uzaklaştı.

Bu yazıyı hazırlarken o filmi internetten bulup izledim. 1962 yapımı, Mosfilm. Ama gerçekten hiçbir benzerlik yoktu.

Tam o sırada dönemin filarmoni müdürü Rafiq Seyidzade herkesi içeri çağırdı. Toplantı başladı. Komisyon başkanı Firudin Celilov kısa bir girişten sonra sözü tarihçi, akademisyen Ziya Bünyadov’a verdi.

Bünyadov şöyle dedi:

“Ben müzikten anlamam ama ADR devlet marşı olarak sunulan eserin sözleri çok karmaşık. İnsanlar zor anlar. Ben Arapçacıyım, anlıyorum. Ama devlet marşı herkesindir. Sözler halkın anlayacağı şekilde olmalı.”

Ziya Bünyadov’un bu eleştirisi üzerine Aydın K. Azim söz alıp kalktı. Yazı tahtasına “Azerbaycan Marşı”nın sözlerini Arap alfabesiyle yazdı. Sonra döndü:

“Hangi kelimeleri kast ettiniz?” diye sordu.

Ziya Bünyadov:

“Aydın, sen besteci misin yoksa Arapça uzmanı mı?” dedi.

Herkes güldü.

Ardından şair Vagif Cebrayılzade söz aldı:

“Ahmed Cavad dilimizi en iyi bilen şairlerdendir. Bu şiir tertemiz Azerbaycan Türkçesidir. ‘Hazırız’, ‘qadiriz’ gibi kelimeler halk dilinde olan ifadelerdir. Azerbaycan’ın birçok bölgesinde ‘-rız, -riz’ ekleri yaygındır.”

Müzakere esas olarak “Azerbaycan Marşı”nın metni üzerinde döndü. Çünkü Azerbaycan SSC devlet marşının sözleri konusunda komisyon kararı yoktu.

Aydın K. Azim son söz olarak Cövdət Hacıyev’in mesajını iletti:

“Cövdət Hacıyev, ‘Azerbaycan Marşı’nın devlet marşı olması gerektiğini düşünüyor, bunu dikkate alın.”

Toplantı sona erdi. Saw gün 27 Mayıs’ta konu Meclis’e sunulacaktı.

Filarmoniden çıkıp televizyona döndüm; akşamki canlı yayın hazırlıklarına başladık. Üç yılı bulan mücadelemizin sonucu yaklaşıyordu. Aydın K. Azim büyük bir ustalıkla üzerine düşeni yapmıştı. Fakat müzik camiasının büyük bölümü destek olmuyor, aksine ciddi engel çıkarıyordu.

Destek veren ender isimler arasında Cövdət Hacıyev, Adil Babirov, Ramiz Mustafayev; müzikologlardan Tahirə Kerimova, Fərəh Aliyeva ve Zümrüd Dadaşzade vardı.

Aydın K. Azim çok başarılı bir iş çıkarmıştı. Fakat müzik camiasının büyük çoğunluğu bu çalışmaya destek vermiyor, hatta ciddi şekilde engel oluyordu. Bu tavrı anlamak çok zordu. Düşünün ki bestecilerden sadece Cövdət Hacıyev, Adil Babirov, Ramiz Mustafayev; müzikologlardan ise Tahire Kerimova, konservatuvarın genç hocalarından Fərəh Aliyeva ve Zümrüd Dadaşzade “Azerbaycan Marşı”nı açıkça savunuyordu.

Diğerleri ya görüşlerini açıklamaktan çekiniyor ya da esere karşı propaganda yapıyordu.

Biz konservatuvarda bu konuda defalarca açık tartışmalar düzenlemiştik. Tahire Kerimova, Fərəh Aliyeva ve Zümrüd Dadaşzade bu tartışmalarda hep aktif olur, “Azerbaycan Marşı”nı savunurdu. Tahire Kerimova komisyonun birçok toplantısına katılmış, uygun oldukça görüşlerini bildirmişti. Aynı zamanda ders verdiği amfide de öğrencilere devlet marşı konusunu geniş şekilde anlatıyordu.

Bu üç kadın dışında kimse sesini yükseltmiyordu. O yüzden Cövdət Hacıyev gibi güçlü bir bestecinin desteği çok önemliydi.

Mutlaka anılması gereken bir olay daha var. 1990 Mayıs ayı başında, 28 Mayıs’ı —henüz bağımsızlığımız bile yokken— konservatuvarda özel olarak kutlamaya karar verdik. Konservatuvarın adını taşıdığı Üzeyir Bey’in yurdunda “Azerbaycan Marşı”nı canlı söylemek istiyorduk.

Aydın K. Azim konservatuvarda çalışmıyordu o zaman ama “Koroyla konuşun, gelirim.” dedi. Biz de koro şefi, ünlü koromaster Zarife İsmailova ile görüştük. İlgiyle karşıladı, Aydın hoca ile birlikte hazırlığa başladılar.

Konservatuvar yönetimi ne kadar karşı çıkarsa çıksın, kararımızdan dönmedik. Ve 26 Mayıs 1990’da, konservatuvarın büyük salonunda 28 Mayıs —ADR’in 72. yıl dönümü— adına muhteşem bir tören yapıldı. Salon dolmuştu, ayakta izleyen çok vardı. Profesörler, öğretim üyeleri, ülkenin önemli aydınları davet edilmişti.

Ve nihayet, 70 yıl ana vatanından uzak düşmüş “Azerbaycan Marşı”, Üzeyir Bey’in ocağında, Zarife İsmailova’nın yönetimindeki birleşik konservatuvar korosu tarafından yüksek bir ustalıkla söylendi.

Atmosferi kelimelerle anlatmak zor. Bir daha anlaşıldı ki “Azerbaycan Marşı” milletin kader yükünü omuzlarında taşıyan kutsal bir eserdir.

26 Mayıs 1992 akşamı Cövdət Hacıyev ve Aydın K. Azim televizyona geldiler. Haberlerden sonra programımız canlı yayımlandı. Çok değerli bir yayın oldu. Müzik dünyasının yaşayan efsanelerinden Cövdət Hacıyev’in yayında olması benim için gurur kaynağıydı. Bir saate yakın çok zengin bir sohbet gerçekleştirdik. Eser profesyonellerce incelendi; tarihi, yapısı, duygusal etkileri konuşuldu.

Keşke o yayının kaydı kalsaydı… Belki arşivlerde bir yerde hâlâ duruyordur.

Yayının sonunda, “Yarın Meclis’te ‘Azerbaycan Marşı’ devlet marşı olarak kabul edilecek ve bundan sonra radyo-televizyon yayınları bu eserle açılıp kapanacak.” dedim.

 

Mecliste Devlet Marşı Meseleleri Tartışmaya Bile Açılmayabilirdi

27 Mayıs 1992’de saat 10.00’da Meclis’in çalışmaya başlaması gerekiyordu. Birkaç konu vardı ve bunların içinde Devlet Marşı bulunuyordu. Sabah televizyondan Meclis çekim ekibini aradım. “İçtima başlamadı, ne zaman başlayacağı belli değil.” dediler.

Teknik bölüme çıktım. Orada Meclis salonu canlı olarak monitörlere yansıyordu. Salon neredeyse boştu; beş altı kişi koltuklarda uyukluyordu. Kimi girip çıkıyordu. Demek ki milletvekilleri gelmemişti. Saat on biri geçiyordu.

Yaklaşık 40 dakika sonra tekrar baktım, yine aynı manzara…

İçim daralıyordu. İclası başlatmamak için bilerek geciktirdiklerini anlamıştım.

Saat 12.00’de salonda biraz hareketlilik oldu. Bazı milletvekilleri geldi. Meclis Başkan Yardımcısı Temerlən Qarayev kürsüde göründü. Böyle tarihî bir günde, böylesine önemli bir oturuma Meclis Başkanı İsa Qəmbər’in başkanlık etmemesi çok düşündürücüydü.

Meclisin 27 Mayıs oturumu, Prof. Asif Rüstemli’nin “Camo Bey Cebrayılbeyli” kitabında ayrıntılı şekilde kayıtlıdır. Tüm konuşmalar, tartışmalar belgelerle aktarılmıştır.

Ben o günü baştan sona izlemiş biriyim. Tüm yaşananlar hâlâ gözümün önündedir. Okuyucular resmi tartışmaları bu kitaptan inceleyebilir. Ben ise kayıtlara girmeyen sahneleri de anlatacağım.

Meclisteki Manzara Utanç Vericiydi

Oturum saat 10.00’a planlanmıştı ama iki saat gecikmeyle 12.00’de başladı. Üstelik devlet marşı konusu gündeme bile alınmamıştı.

Milletvekili Sabir Rüstemxanlı, 28 Mayıs —ADR’in 74. yıl dönümü— öncesi son oturumda devlet marşı konusunun görüşülmesini teklif etti. Temerlən Qarayev bu öneriyi reddetti:

“O mesele hazır olanda baxarıq. Hələ hazır deyil!”

Geciktirmenin bilinçli olduğu çok açıktı.

Ayrıca milletvekillerine tamamen hatalarla dolu, yanlış bir devlet marşı metni dağıtılmıştı. Sabir Rüstemxanlı buna da itiraz etti; aylar önce de aynı metnin yanlış hazırlandığını söylemiş, tekrar edilmemesini istemişti. Buna rağmen aynı bozuk metin kasıtlı olarak yeniden dağıtılmıştı.

13:30’da Temerlən Qarayev salondan ayrıldı. Yerine diğer başkan yardımcısı Afiyeddin Celilov geçti. Qarayev çıkar çıkmaz devlet marşı konusu gündeme alınabildi.

Ama bu kez başka bir engel çıktı. Bazı milletvekilleri o yanlış metni gerekçe gösterip tartışmayı sabote etmeye başladı. Kimisi “Marş yazıyor, devlet marşı olmaz” gibi bahaneler öne sürdü. Amaç belliydi. Oturumu 14.00’teki yemek arasına kadar oyalamak. Çünkü plan şuydu: 14.00’te yemek arası olacak, milletvekillerinin çoğu geri dönmeyecek, böylece o gün devlet marşı tartışılmayacak, 28 Mayıs öncesinde konu kapanacak, sonra bir daha gündeme gelmesi çok zorlaşacaktı. Bu planı sezen —belki de bu tuzağın içinde olduğunu bilen— Sabir Rüstemxanlı tekrar söz aldı. Çok duygusal bir konuşma yaptı:

“Bu yanlış metni bilerek dağıttılar. Amaç devlet marşını rencide etmek ve bugünkü tartışmayı engellemek!”

Ardından rica etti:

“Yemek arasına çıkmadan, hemen şimdi tartışalım ve oylayalım. Yoksa milletvekilleri dönmeyecek.”

Gerçekten de haklıydı.

Bazı milletvekilleri farklı bahanelerle tartışmayı uzattıkça uzatıyorlardı. Ancak Afiyeddin Celilov bu kez Sabir Rüstemxanlı’nın teklifini kabul etti.

Bu, “Azerbaycan Marşı”nın devlet marşı olarak kabulünde dönüm noktasıydı.

Eğer o an yemek arasına çıkılsaydı, o gün hiçbir şey görüşülmeyecek, konu aylarca ertelenecek; belki de bugün devlet marşımız bambaşka bir eser olacaktı.

Ancak Afiyeddin Celilov, devlet adamı olmanın gereğini yaptı. Bu sorumluluğu omuzladı ve planı bozdu.

Sonra komisyon başkanı Firudin Celilov yoğun çalışmalarını anlattı. “Bir grup, Azerbaycan Sovyet Devlet marşının kalması için ellerinden geleni yaptı, hatta Ali Sovyet’ten karar çıkarmak üzereydiler.” dedi. Aynı zamanda yanlış metni dağıtanlara sert tepki gösterdi.

Başkanlık eden Celilov da sordu:

“Bu hatalı metni milletvekillerine kim dağıttı?”

Bu soru, onun oyunu bilmediğini ama anladığını gösteriyordu.

Ardından Ali Sovet Riyaset Heyeti’nin oluşturduğu diğer komisyonun başkanı Fazil Muradeliyev söz aldı. O komisyonun da “Azerbaycan Marşı”nı devlet marşı olarak kabul ettiğini ve Meclis’in buna göre oy vermesini istediğini söyledi.

Tartışmalar çok uzadı; zaman zaman salon gerildi. Ama nihayet…

Kritik An: Oylama

Oylama yapılacaktı ama bir sorun vardı: Yeter sayı yoktu. Bu da bilinçli sabotajın bir parçasıydı. Afiyeddin Celilov’un yüzündeki rahatsızlık çok net görülüyordu. Ama sabırla, tekrar tekrar yoklama aldırtıyor, milletvekillerine sesleniyor, oturumu bırakmıyordu.

Yılların devlet adamı tecrübesiyle, bu saldırıyı göğüslüyordu. O olmasa bugün devlet marşımız olmayabilirdi. Asif Rüstemli’nin kitabında o anlarla ilgili bir tutanak bölümü var. Çok uzun olduğu için buraya sadeleştirerek aktarıyorum: Meclis’te milletvekili yoklaması adeta skandala dönüşmüş, bazıları bulunamamış, bazıları bilerek gelmemişti. Milletvekilleri tek tek aranmıştı. Sonunda yeter sayı tamamlandı. Ve karar taslağı okundu:

“Müziği Üzeyir Hacıbeyov’a, sözleri Ahmed Cavad’a ait ‘Azerbaycan Marşı’ Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Devlet marşı olarak kabul edilsin.”

Bakı şehri, 27 Mayıs 1992.

Oylama yapıldı ve karar kabul edildi. Ardından Devlet marşı çalındı. Milletvekilleri ayağa kalkıp saygıyla dinlediler.

70 Yıllık Hasret Bitti

Sovyetlerin tüm baskılarına rağmen halkın ruhundan söküp atamadığı “Azerbaycan Marşı”, 70 yıl sonra yeniden vatanına döndü. Sürgündeki aydınlar onu yaşatmış, kutsal bir emanet gibi korumuştu. Fakat ne acıdır ki bağımsızlık döneminde bile esere yapılan saldırılar bitmedi. Engellemeler, bahaneler, karşı kampanyalar devam etti. Ama halkın iradesi galip geldi. “Azerbaycan Marşı” Millet Meclisi’ne taşındı ve hak ettiği yere ulaştı. 1920’de Rus işgali yüzünden devlet devlet marşı olamayan bu eser, 1992’de nihayet devletin resmî sembollerinden biri oldu. Her notasına milletin tarihi, acısı, kahramanlığı, duası sinmiştir. Ve böylece mücadele zaferle sonuçlandı. Sonraki yıllarda devlet marşın yapılan haksız saldırıların sebeplerine ve marşın 70 yıl boyunca sürgünde nasıl yaşatıldığına dair bilgilere ise bir sonraki yazıda değinmeyi düşünüyorum.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu