DÜŞSEL BİR ATLAS: KAVANOZ FENOMENİ

DÜŞSEL BİR ATLAS: KAVANOZ FENOMENİ
Huriye EMRE:
Fatih Selvi’nin üçüncü öykü kitabı Kavanoz Fenomeni, geçtiğimiz Ekim ayında okurlarla buluştu ve hemen dikkatleri üzerine çekti. Metinlerarası Kitap etiketiyle yayımlanan bu eser, yalnızca bir öykü kitabı olmanın ötesinde, fantastik öğelerle iç içe geçmiş, derin toplumsal ve psikolojik sorgulamalar sunan bir edebi yapıt. Yazar, on beş öyküde, gerçeklik ve hayal arasındaki sınırları ustaca bulanıklaştırarak okuru hem estetik hem de entelektüel bir yolculuğa çıkarıyor.
Kitabın temelini oluşturan fantastik ögeler, postmodern tekniklerle harmanlanarak, büyülü gerçekçiliğin izlerini sürüyor. Selvi’nin yarattığı dünyada uzaylılar, vampirler, dragonlar, hayaletler, karga çocuklar ve kuş kadınlar sıradan bir anlatının ötesine geçiyor, her biri ayrı birer alegoriye dönüşüyor. Bu unsurlar, her ne kadar fantastik bir biçimde şekillenmiş olsa da insan ruhunun derinliklerine dair keskin birer eleştiri sunuyor. Selvi, öykülerinde kullandığı dil ile adeta okurun zihnini ışınlar gibi bir mekândan diğerine taşıyor. Kimi zaman bir gezegenin uzak köşelerinde, kimi zaman ise içsel bir yalnızlığın kıyısında buluyoruz kendimizi.
Öykülerin derinliğini yalnızca fantastik öğeler değil, aynı zamanda güçlü alt metinler de besliyor. Toplumsal baskı, yalnızlık, özlem, beğenilme arzusuyla şekillenen insan hâllerini sorgulayan yazar, insanların içsel gerilimlerini ve dış dünyaya karşı koydukları direnişi cesur bir şekilde işlerken, dilin gücünü ustaca kullanıyor. Her öykü, Selvi’nin dildeki incelikli işçiliği sayesinde, aynı anda hem düşündüren hem de duygulandıran bir etki bırakıyor.
Kitabın adını taşıyan ve içinde toplumsal eleştirinin güçlü bir şekilde dile getirildiği Kavanoz Fenomeni adlı öyküde, insanın kendini bir kavanoza hapsederek korumaya çalışması, trajik bir şekilde anlatılır. Bu kavanoz, özgürlüğün ve bireyselliğin zıddı bir hapishane gibi varlık gösterir. İnsan, başkalarından ve dünyadan korunurken, aslında kendini unutur. Sosyal medya kültürünün görünmeyen kafeslerini, toplumsal kimliklerin dayattığı kalıpları çarpıcı bir biçimde ele alan yazar, kavanozun içine hapsolan kişinin yalnızca kendi iradesiyle değil, aynı zamanda toplumun baskılarıyla da hapsolduğunu gözler önüne seriyor.
Selvi’nin öykülerinde insanın içsel dönüşümü ve kendini keşfi de önemli bir tema oluşturuyor. Kuşkadın K., bu dönüşümün ve özgürlük arayışının çarpıcı bir metaforu olarak öne çıkıyor. Kadın karakterin içsel çatışmaları ve toplumsal rollerin onu ne şekilde biçimlendirdiği hem bireysel bir anlatı hem de toplumsal bir eleştiri olarak şekilleniyor. Kadın, özgürlüğünü ararken, özgürlük adına yaptığı seçimlerin aslında onu ne kadar tutsak ettiğini fark eder. Burada, özgürlüğün ve kimlik arayışının, bazen insanı daha derin bir tutsaklığa sürükleyen bir illüzyon hâlini alabileceği üzerine düşündüren bir anlatı vardır.
Islah Gezegeninde On Üç Ay, kitabın fantastik öykülerinden biri olarak dikkat çekiyor. Bir gezegende tek başına varlık gösteren insan, bir yandan dış dünyadan koparken bir yandan da kendi içsel evreninde yeni keşiflere yol alır. Bu öyküde ceza gibi görünen yalnızlık, aslında bireyi özgürleştiren bir keşfe dönüşür. Yazar, yalnızlığın ve içsel izolasyonun bireyin kendisini keşfetmesi için bazen gerekli bir yolculuk olduğuna dair güçlü bir mesaj verir.
İstila adlı öykü, Selvi’nin insanın Tanrı arayışını ve bu süreçteki ironisini en keskin şekilde işlediği metinlerden biri. Selvi, köleliği başlatanın bir kadın olması ve devrimi başlatanın yine bir kadın olması gibi çarpıcı figürlerle hem tarihsel hem de toplumsal bir göndermede bulunuyor. Tanrı edinmenin ve devrim yapmanın ardındaki insani güdüleri, insanın kendi egosunun zaaflarını ince ince işler.
Kitabın finalinde ise Selvi, Hayal Makinesi ile okuru sıcacık bir baba-kız ilişkisine, büyülü gerçekçiliğin dokusuyla buluşturuyor. Bir makinenin etrafında şekillenen bu öyküde, okur anne-kızın geleceğe dair umutlarını içtenlikle hisseder. Son öykü, tüm kitaptaki hüzün, umut ve keşif temasını bir araya getirerek, okurun yüreğini sarar.
Fatih Selvi’nin Kavanoz Fenomeni kitabı, edebi anlamda oldukça güçlü bir yapıt. Yazar, fantastik ögeleri ve derin alt metinleri bir arada kullanarak, okuyucusunu yalnızca edebiyatın estetik boyutuyla değil, insanın toplumsal ve bireysel yolculuklarına dair derin bir düşünsel keşfe de davet ediyor. Selvi’nin dildeki ustalığı, metinlerinin içinde var olan çelişkiler ve gerilimlerle birleşerek, çok katmanlı bir okuma deneyimi sunuyor. Fantastik ve gerçek arasındaki sınırları bulanıklaştıran bu eser, yalnızca bir okuma değil, aynı zamanda insanın iç yolculuğunu anlamaya yönelik bir arayışa dönüşüyor.
Selman DİNLER:
Fatih Selvi ismine ilk kez online dergilerden birinde rastladığımı hatırlıyorum. Muhtemelen Denizineğine Yakılan Ağıt öyküsüydü. İsmiyle bile renkli, meraklı, zengin bir dünyanın haberini vermiyor mu? Denizineği de nedir? Ve neyin ağıtı? Her zaman ilginçtir onun öyküleri. Peşinden başka öykülerini ve kitabını okudum, o ilk intiba hiç değişmedi. Dili yalnızca bir mesaj iletmek için değil, kelimelerin içine ve arasına gizlenmiş potansiyel büyüyü açığa çıkarmak amacıyla kullanan, klişelerden uzaklara, keşfedilmemiş gizemli topraklara yelken açma azminde, kendini ve edebiyatı genişleten bir hikâye arayıcısı.
Kavanoz Fenomeni üçüncü öykü kitabı ve bir Fatih Selvi klasiği olarak yine şık, yine farklı. Buluşlu, ironik, sıra dışı bir isim. Dile ve hikâyeye eşit derecede önem veren bir yazar olarak bu kitabında da fantastik ile güncelin flört ettiği ince çizgi üzerinde ustalıkla yürümüş. Hemen her öyküsünde sosyal bir eleştiri de gizli, zamansız bir macera da. Vampirlerden Kuşkadınlar’a, ejderhalardan istilacı uzaylılara kadar hayal gücünü bayram ettirecek öyküler. Sadece ilginç olanı arayan meraklı bir araştırmacı değil, dili öykü yoğunluğunda rafine etmeyi, bir yazar olarak azimle çalışmayı şiar edinmiş bir isim Fatih Selvi. Kavanoz Fenomeni kitabı, bir örnek atölye öykülerinden, klişelerden bunalmış okura ferah bir nefes gibi gelecektir.
Servet ÖZTÜRK:
Kavanoz Fenomeni, Fatih Selvi’nin Metinlerarası Kitap’tan çıkan öykü kitabı. İçerisinde on beş hikâye yer alıyor. Hikâyelerin teması birbirinden farklı. Sıradan olaylar yerine fantastik konular anlatılıyor çokça. Okudukça kendimizi bu dünyadan soyutlayıp evrenin bambaşka bir yerinde hissediyoruz.
Olay hikâyesinden ziyade durum hikâyesinin güzel örneklerine rastlıyoruz. Bazı hikâyeler diğerlerini aşıp öne geçiveriyor. Mesela Kuşkadın K adlı öyküde olduğu gibi. Burada kanatları kırılmış ve uçamayan esrarengiz bir varlık anlatılıyor. Kanatlarının tekrar çıkması sürecinde verdiği mücadeleye şahit oluyoruz. Sonunda ise gökyüzünde fütursuzca kanatlanışı hepimizi hüzünlendiriyor.
Son Dragon’da ise bir ejderhanın kurgusal bir ülkede yaptığı kahramanlıklar anlatılıyor. Burada fantastik anlatının sınırlarının olmadığını görüyoruz.
Kitapta yer alan en ilginç konulardan biri de Islah Gezegeninde On Üç Ay adlı öyküde görüyoruz. Hikâyede mesleği kasap olan bir adamın katil olmasıyla iki seçenek sunuluyor. Ya dünyadaki cezaevlerinde kalacak ya da başka bir gezegende yaşamaya mahkûm edilecek. İkinci seçeneği seçen kasabın tek başına farklı bir gezegende hayatta kalma mücadelesini okuyoruz.
Proje: Mavi Sis kitapta en çok sevdiğim öykü oldu. Anlatı iki farklı yönde akıyor, bilinç akışı tekniği veriliyor: “Kaldırıma nizami aralıklarla dizilmiş ağaçların yaprakları, gece ayinlerinde nöbet geçirircesine sarsılıyor. Yanlarından geçerken her birine tokat atıyorum. Gözüm çatılardan, bacalardan gelecek tekinsiz ataklarda. Evler, bu habis gecenin ürküntüsüyle birbirine sokulmuş fısıldaşıyor.” (s.70)
Öyküleri okurken betimlemelerin güzelliğine dalıyor, satırların altını çiziyorum. Kitabı okurken dünyanın karmaşasına kısa bir mola verip uzak mevsimlere gidiyorum.
Songül USLU:
“Anlatı bazen yalnızca söylenmiş olanın değil, susulanın da izini sürer.”
— Bilge Karasu
Bazı kitaplar okura hikâye anlatmaz; bir atmosfer sunar, bir his bırakır. O his, satır aralarından değil, suskunluklardan, kırılgan metaforlardan, kimi zaman da yalnızca bir bakışın tarif edemediği yoğunluktan sızar. Fatih Selvi’nin Kavanoz Fenomeni, okurun zihninde değil, boşluklarında yankı bulan bir metin. Bu kitap, okunmaktan çok içine düşülen bir boşluk gibi. Her öykü, kendi sessizliğini anlatının merkezine yerleştirirken, okuru da bu sessizliğe ortak etmeyi başarıyor.
Kitaba adını veren başlıca öyküde, kendi isteğiyle dev bir kavanoz yaptırıp içine girerek okyanusa açılan bir sosyal medya fenomeniyle karşılaşıyoruz. Bu, ilk bakışta absürt bir deney gibi görünse de aslında günümüz dünyasının trajikomik gerçekliğine ayna tutuyor. Gösteri toplumunun bir yansıması gibi duran bu eylem, sadece dışa dönük bir teşhirin değil, içe dönük bir çöküşün de simgesi hâline geliyor. Bu kavanoz, görünür olmanın dayanılmaz yüküyle görünmezliğin hafifliğini aynı anda taşıyor.
Kavanoz bir mekândan çok bir metafora dönüşüyor: İçinde yankılanan boşluklar, karakterin içsel çöküşünü büyütüyor. Bu öykü, “Neden kendini kapatır bir insan?” sorusuyla okuru yüzleştirirken, gösterinin ardında yatan kırılgan ruh hâlini açığa çıkarıyor. Fenomenin kavanoza girme kararı, yalnızca marjinal bir gösteri değil, aynı zamanda bir haykırış. Görülmek için değil, nihayet gerçekten duyulmak için yapılan bir hamle belki de. Ama işte tam da burada, gösteriyle hakikatin iç içe geçip eridiği noktadayız.
Kitap boyunca farklı yalnızlık biçimlerine tanıklık ediyoruz. İşlediği suçun bedeli olarak başka bir gezegende sonsuz yalnızlığa mahkûm edilen bir karakter, yalnızlığın fiziksel değil, duygusal bir biçim olduğunu kanıtlar gibi… Bir diğeri ise görünmez bir camın ardında yaşadığını fark eder; dünya oradadır ama artık ulaşılamazdır. Bu cam hem koruyucu hem de ayrıştırıcıdır. Tıpkı bugünün bireyinde olduğu gibi: Her şey elimizin altında ama hiçbir şeye gerçekten dokunamıyoruz. Yakınlıkla uzaklık arasındaki o ince çizgide, biz de birer kavanozun içindeyizdir belki.
Fatih Selvi’nin anlatım tarzı, bu duyguları sarsıcı bir yoğunlukla yansıtıyor. Üslubu gösterişli değil, ama eksiltileriyle konuşan bir dil kuruyor. Cümleler, okuru doğrudan yönlendirmektense, onun sezgilerine sesleniyor. Bu da anlatının hem karakterlerdeki hem de okurdaki iç çatışmaları görünür kılmasına imkân veriyor. Okur, kendini metnin içine düşmüş değil, onun içinde kaybolmuş buluyor. Bir camın ardından dünyaya bakan karakterler gibi, biz de bu anlatının ardında kendi yansımamızla karşılaşıyoruz.
Kavanoz Fenomeni, klasik anlamda bir fantastik anlatı değil. Daha çok, bugünün bireysel hikâyesini distopik bir mercekten yansıtan bir iç dünya haritası. Her birimiz, görünmez kavanozlarımızda yaşıyor; gösteriyoruz, bağırıyoruz, anlatıyoruz ama aslında hep biraz daha eksiliyoruz. Sosyal medyada birer fenomene dönüşsek de içimizde büyüyen boşluk hep aynı kalıyor. Görünen ile gerçek arasındaki o kırılgan cam hiç kaybolmuyor, sadece daha saydamlaşıyor.
Kitap, bireyin kendi benliğiyle ve çevresiyle kurduğu bağları sorgularken, sessiz bir isyanın da izlerini taşıyor. Asıl distopya, artık kimsenin kimseyi gerçekten duymadığı bir dünyada yaşamaktır belki de. Yalnızlık, artık bir sonuç değil; yeni bir başlangıç biçimi, belki de yeni insanlık hâli. Fatih Selvi’nin öyküleri tam da bu hâli anlatıyor: Sesini bulmak için yola çıkanların, sessizliğe doğru savruluşunu.
Ve her şeyin sonunda, Kavanoz Fenomeni’nin satırlarında yankılanan o kaçınılmaz soruyla baş başa kalıyoruz:
“Gerçekten özgür müsün, yoksa sadece camın diğer yanında bir hayal mi izliyorsun?”
Kimi zaman görünenin ardındaki karanlık, hakikatin kendisidir. Ve belki de bu kitap, bizi o karanlığa bakmaya cesaretlendiren bir çağrıdır.