İKİ MELTEM ARASINDA Taşra Bir Zaman Değil, Yaradır: Boran’ın Edebiyatında Varoluş Mekânı
Songül USLU

“Romanın taşrası ne yalnızca mekânsal bir koordinattır ne de sadece toplumsal bir yapı; İki Meltem Arasında’da taşra, ‘zaman dışı’ bir bellektir.”
— Bianet, 2024
Bir Aradalık Hâli Olarak Roman
Mehmet Veysi Boran’ın İki Meltem Arasında adlı romanı, yalnızca adında değil, her cümlesinde bir “aradalık” duygusu taşır. Bu roman; mekânsal, zamansal ve varoluşsal sınırların belirsizleştiği bir geçiş metnidir. Taşra ile kent, geçmiş ile şimdi, sessizlik ile anlatı, birey ile toplum arasında kurulan ince salınımlar, romanı tek yönlü bir okuma yerine çok katmanlı bir düşünsel evrene taşır.
Boran, bu çok katmanlılığı biçimsel bir araç olarak değil, içeriğin doğal bir uzantısı olarak kullanır. Romanın yapısı, karakterlerin psikolojisi, anlatıcının dili ve kurgunun ilerleyişi, başlı başına bir “geçiş” estetiğiyle örülüdür. Okur, bu romanı okurken yalnızca bir anlatıya tanıklık etmez; aynı zamanda varoluşun kırılganlığına dokunan bir deneyim yaşar.
Zamanın Askıya Alındığı Yer: Taşra
Taşra, Boran’ın romanında durağan değil; döngüsel, geriye çağıran, hatta çoğu zaman geri dönmeyen bir zaman biçimiyle kurgulanır. Bu yönüyle taşra, bir “mekân” olmaktan çok, duygusal bir iklimdir. Yazar, taşrayı folklorik bir geri kalmışlıkla değil, anlamın yoğunlaştığı, zamanın ağırlaştığı bir yer olarak resmeder.
“Bazı yerlerde saat yoktur; zamanı gölgelerin boyu, bir çayın buharı ya da annelerin gözlerinin içi belirler.”
Romanın taşrası, fiziksel coğrafyanın çok ötesindedir. Belleğin derinliklerinde gizlenen bir imge, bir çocukluk sesinin yankısı, bir kaybın izi gibidir. Maurice Halbwachs’ın kolektif bellek kuramı bu bağlamda oldukça açıklayıcıdır: Bireyin hafızası, toplumsal hafızanın bir parçası olarak şekillenir ve taşra, bu ortak belleğin mekânsallaştığı yer hâline gelir.
Taşranın zamanla kurduğu bu özgün ilişki, sadece anlatının ritmini değil, okurun ritmini de değiştirir. Okur, burada hızla ilerlemez; durur, bakar, bekler. Zaman, geçmek yerine birikir; mekân ise yalnızca genişlemez, derinleşir.
Sessizlikle Kurulan Anlatı
Boran’ın romanı, sessizlikle yazılmış gibidir. Diyalogların azlığı, iç seslerin fazlalığı, anlatının çoğu zaman sözcüklerden değil, söylenmeyenlerden kurulduğu bir yapı yaratır. Bu da romana özel bir yankı estetiği kazandırır. Her suskunluk, başka bir sese gebedir; her eksik anlatım, okurun zihninde bir tamamlanma talep eder.
“Susmak, hatırlamaktır bazen. Kimin ne dediği değil ne zaman sustuğu kalır akılda.”
Roland Barthes’ın “yazarın geri çekilişi” kavramı burada anlam kazanır. Boran, anlatıcının otoritesini kırarak boşluklara alan açar. Bu boşluklar, sadece anlatıyı değil, okurun katılımını da mümkün kılar. Sessizlik, burada bir eylemsizlik değil, bir anlatı biçimidir.
Karakterler: Adı Unutulmuş Yalnızlıklar
Romanın karakterleri, sabit kimlikler olarak değil, geçici haller ve kırılgan yüzeyler olarak karşımıza çıkar. Onlar, adlarıyla değil, duygularıyla var olurlar. Kim olduklarından çok, ne hissettikleriyle hatırlanırlar. Bu tercih, romanın evrensel yalnızlıkları görünür kılmasındaki başarının temelini oluşturur.
Özellikle anlatıcının bilinç akışıyla ilerleyen iç sesi, metni psikanalitik bir derinlikle buluşturur. Karakterlerin iç konuşmaları, yalnızca bireysel bir dünyaya değil, kolektif bir hüznün iç katmanlarına açılır. Boran’ın kalemi, bu anlamda yerli bir modernizm diliyle konuşur: hem tanıdık hem de rahatsız edici.
“Kendime uzak olduğum kadar taşraya yakındım. Belki de bu yüzden taşrada kalmak, içimde kalmaktı.”
Taşrada Kalmak: Yüzleşmenin Coğrafyası
Taşrada kalmak, Boran’ın romanında bir zorunluluk ya da cezalandırma biçimi değildir. Aksine, taşra burada yüzleşmenin, yavaşlamanın, “olma”nın coğrafyasıdır. Karakterler, büyük şehirlerin hızında kaybettikleri benliklerini burada yeniden duyarlar. Bu duyumsama, romanın ritmine de siner: ağır, sabırlı, katmanlı bir anlatı oluşur.
Boran, taşrayı gündelik yaşantının değil, varoluşun bir zemini olarak yeniden düşünür. Bu da romanı günümüz edebiyatında benzersiz bir yere yerleştirir. Hızla tüketilen, kolay okunan metinlerin karşısında İki Meltem Arasında, yavaş okunan ama derin iz bırakan bir eser olarak durur.
Son Söz Yerine: Taşranın İçimizdeki Yankısı
İki Meltem Arasında, sadece bir roman değil; hayatın, zamanın ve varoluşun o hassas “aradalık”larında yankılanan bir çağrıdır. Mehmet Veysi Boran, taşrayı mekânsal bir sınır olmaktan çıkarıp, ruhun en derinlerinde hissettiğimiz bir meltem gibi tasvir ediyor. Bu meltem ne tamamen bir başlangıç ne de kesin bir son; tam da o ikisi arasında, sürekli hareket eden, suskunlukla konuşan ve varoluşun kırılganlığını hissettiren bir alan.
Okur, bu metinde kendi iç taşrasını, kendi sessizliklerini, kendi bellek gölgelerini keşfeder. Boran’ın dili, bizi yalnızca anlatının içine değil, kendimizle yüzleşmeye de çağırır. Ve belki de en büyük armağanı budur: Kelimeler arasındaki suskunlukta, hayatın en gerçek sesi duyulur.
İşte, İki Meltem Arasında kalmak hem bir bekleyiş hem de bir keşif yolculuğudur. Bu roman, zamanın ve mekânın ötesinde, içimizde taşıdığımız o “aradalık” hâlini görünür kılar; unutulmuş yalnızlıklarımızı, suskunluklarımızı ve yeniden var olmanın ihtiyacını.