Kitap Yoranlar

DÖRT DUVAR ARASINDA KIRILAN ZAMANLAR: MUTSUZ EVLERDEN ÖNCE

Huriye EMRE:

Şenay Şentürk’ün Mutsuz Evlerden Önce isimli ilk öykü kitabı SRC yayınları etiketiyle geçtiğimiz ekim ayında raflarda yerini aldı. Kitapta sekiz uzun öykü var. Her öykü, neredeyse bir apartmanın farklı bir dairesinde geçiyor gibi. Okur, kat kat yükselen bu yalnızlık yapısında dolaşırken, her dairenin kapısını araladığında yeni bir kadının iç dünyasına giriyor. Penceresinden başka hayatlara bakamayan, kapısından yalnızca suskunluk geçen bu dairelerde, sessizlik bile kendine özgü bir biçim alıyor.

Kitabın tümü, adeta bir sessizlik ormanında geçiyor. Gürültüsüz ama yoğun; dış dünyadan çok içe dönük bir coğrafyada. Bu evler yalnızca mimari yapılar değil; aynı zamanda kadınların hapsedildiği psikolojik mekânlara dönüşüyor. Yazar, bu dönüşümü büyük bir yalınlıkla ama sarsıcı bir içtenlikle anlatıyor.

Şentürk, öykülerinde sessizce çürüyen iç mekânların, en çok da kadınların içine gömüldüğü evlerin hikâyesini anlatıyor. Bu öykülerde okur, yalnız bırakılmış kadınların, bastırılmış öfkelerin, söylenmemiş cümlelerin ve hayal kırıklığına dönüşmüş umutların izini sürüyor. Şentürk, evin dört duvarı arasında görünmez hâle gelen ama ruhuyla fırtınalar koparan kadınları titizlikle anlatıyor. Bu anlatıların iyi bir gözlem gücüne dayandığı muhakkak.

Şentürk’ün dili yer yer lirik, yer yer keskin. Duyguyu söze boğmadan vermesi, karakterlerinin yaşadıklarını okurun iç dünyasında yankılamasını sağlıyor. Kadın karakterlerin çoğu anne, eş, sevgili ya da kız evlat olarak var edilseler de aslında hepsi en çok kendilerine dair bir yankı arıyorlar. Ama çoğu zaman buldukları tek şey, onları susturan kalın duvarlar oluyor.

Şentürk, anlatımındaki ölçülülükle de dikkat çekiyor. Cümleleri uzun değil ama etkili; süslü değil ama anlam katmanlarıyla dolu. Metin boyunca bir anlatıcının değil, bir tanığın sesini duyuyoruz. Gözlemleyen, kayıt tutan, hüküm vermeyen bir tanık…

Öykülerde tekrar eden temalardan biri de iletişimsizlik. Karakterler, genellikle sözcüklerin ardında ya da sustuklarında görünür hâle geliyorlar. “Mutsuzluk”, yalnızca bir duygu değil bu kitapta; bir hâl, bir zaman biçimi, neredeyse bir mekân.

Şenay Şentürk’ün kalemiyle çizdiği kadınlar, isyan etmiyor belki ama içlerinde büyüttükleri bir şey var: sessiz bir direnç. Bu direnç, onları görünmezliğe mahkûm eden yapıya karşı değil sadece; aynı zamanda kendilerine karşı da.

Mutsuz Evlerden Önce, kadın olmanın, yalnız bırakılmanın, görünmeyen yüklerin ve iç sesin yankısını arayan herkes için bir tür ayna. Bu kitap, mutsuzlukların sessizliğinde yankılanan kadın seslerini duyabilenler için güçlü bir metin.

Servet ÖZTÜRK:

“Mutsuz evlerden önce hayat var mıydı?”

Mutluluk ya da mutsuzluk bir eve sirayet ettiğinde, duvarlara sinen kokudan hissederiz çoğu zaman. O duvarlar arasında yaşayan insanların ilişkileri, hayata dokunuşları anlatılıyor kitapta. Mutsuz Evlerden Önce, Şenay Şentürk’ün öykü kitabı. İçerisinde, yaşamımızdan kesitler bulacağımız sekiz güzel öykü yer alıyor.

“Hikâyelerinizi anlatma biçiminiz, hayatınızı yaşamaya başlama şeklinizdir.” der Brene Brown. Yazarımız da duygularından ve belki de yaşadıklarından dökülen kelimeleri, biz okurlara samimi bir dille anlatıyor.

“Tek istediği, bir artı bir evine gidip tek kişilik pofuduk koltuğuna kurulmak, o küçük ayaklarını uzatabilsin diye yapılmış tahta uzantıya tabanlarını yerleştirebilmekti…” diye devam eder Beyaz Yaka adlı öyküde yazar. Modern dünyada yalnız yaşayan ya da yaşamak zorunda kalan insanlar gibidir bu eve gidiş. Kolektif hayatın içinde bireysel yaşayan kentli insanı görürüz bu öyküde.

“Sonra alışkanlık zehri kanımda dolaşacak, ocağımdaki çaya, kahveme bulanacak, en sonunda nezaketsiz bir ayrılığın kibriyle nefesimi kesecekti.” (s. 7)

Kitabın henüz başlarında bu cümleye rastlıyorum, altını çiziyorum. Kelimeler burada söz oyunlarına bürünüyor, yazarın hayal dünyası kaleminin ahengiyle birleşiyor. Geriye de birbirinden güzel sekiz öykü çıkıyor.

Songül USLU:

Bazı kitaplar kapısını yavaşça açar okura. Önce eşiğinde bekletir seni, sonra da içeri alıp kendi yalnızlığına ortak eder. Şenay Şentürk’ün Mutsuz Evlerden Önce adlı kitabı da böyle bir kapı aralığı. Sarsıcı değil ama sızılı. Göstere göstere değil, sezdirerek anlatıyor acıyı, kırgınlığı, geçmeyen çocuklukları.

Kitap boyunca bir evin değil, bir ruhun odalarında dolaşıyor gibiyiz. Her odada biraz toz, biraz yorgunluk, biraz da geçmişin gölgesi. Şentürk, özellikle kadın karakterlerin iç dünyalarını anlatırken neyi söyleyip neyi saklaması gerektiğini iyi bilen bir yazar. Abartıya kaçmadan, süslemeye ihtiyaç duymadan yazıyor. Yalın ama derin bir anlatımı var.

“En iyi bildiği şey, yaşarken ya da ölürken, çekip gidenlerin ardında kalan kişi olmaktı bu evde.”

Bu cümle, kitabın belki de tüm ruhunu özetliyor. Gidenlerin değil, kalanların hikâyesini anlatıyor Mutsuz Evlerden Önce. Çünkü kalanlar taşımak zorunda. Sessizlikleri, küskünlükleri, boş sandalyeleri.

Kitaptaki karakterlerin çoğu suskun ama içi kalabalık. Konuşmaktan çok hatırlıyorlar. Acı, neredeyse gündelik hayatın olağan bir parçası hâline gelmiş. “Alışmak” kelimesine içten içe direniyorlar ama başka çareleri de yok. En çok da kadınlar… Hep bir şeyin “hayrına” katlanıyorlar.

“Bu ‘hayrına’ sözcüğü neden hepimizin diline pelesenk olmuştu yahu? Birine iş yaptırmanın ve karşılığında bir şey vermemenin nadide kılıfı haline gelmişti.” 

Şentürk, toplumun kadınlardan ne beklediğini, neleri hiç sormadan üstlerine yıktığını ince ince dokuyor satırlara. Ev dediğimiz şeyin yalnızca dört duvar olmadığını, bazen geçmişten kalma bir yük, bazen bir vazgeçiş olduğunu gösteriyor bize.

Kitaptaki anlatıcılar, başkalarının yüklerini sırtlanmakta ustalaşmış. Kendi kırıklarını unutmak için başkalarının yaralarını sarıyorlar. Belki de bu yüzden, metnin bir yerinde geçen şu cümle öyle tanıdık geliyor:

“Kendi korkularım yerine başkasınınkini üstlenmek tatlı gelmişti belki de kim bilir. Başkası için endişelenmenin bazı insanlar üzerinde iyileştirici gücü vardır.”

Evet, bazı insanlar kendi acısından kaçmak için başkasının üzüntüsüne yanaşır. Şentürk bunu da söylemeden söylüyor.

Mutsuz Evlerden Önce okuru kanırtmayan ama yavaş yavaş içini ezen bir kitap. Sessiz bir çığlık gibi. Hikâyesi büyük laflara ihtiyaç duymayanların kitabı bu. Şatafatsız, gösterişsiz ama hakiki. Herkesin değil belki ama kendi suskunluğunu tanıyanların çok seveceği bir metin.

Züleyha YILMAZ:

Yazar yaşadığı bazı duyguları kâğıda dökmek ister.  Çıkamadığı dipsiz kuyulardan ancak yazarak aydınlığa çıkacağı umudunu taşır. Aslında bu umut onu ayakta tutar. Şenay Şentürk de akıcı bir dille, sessiz ama güçlü adımlarla bize hikâyelerini anlatıyor. Birbirinden farklı öykülerle bizi buluşturuyor. Öykülerin birbirinden farklı oluşu yazarın hayata çok yönlü bakabildiğini bize gösteriyor.

Şenay Şentürk’ün Mutsuz Evlerden Önce kitabı sekiz öyküden oluşmuştur. Gökyüzüne Patiska isimli ilk öyküsünde bir gazeteci genci anlatıyor. Fakat biz öyküyü okurken küçük çaplı da olsa bir ülke panoraması izliyoruz. Muhtemelen aileden kalan bir konağı pansiyona çeviren bir kadının konağının hikayesini okuyoruz. Genç karakterin bu konağa kendini nasıl konumlandırdığını adım adım izliyoruz. Fakir bir genç olduğu için kendini sürekli Rus yazar Dostoyevski ile ilişkilendiriyor. Gazeteci genç, bazı sebeplerden tutuklanıyor ve hapiste işkenceye maruz kalıyor. Genç gazeteci, hapisten çıkınca konağın sahibinden gördüğü merhameti şöyle anlatır:

“Anlatacak çok şeyi varken hiç beklemediği bir felakete tanıklık edip nutku tutulan insanların yenilmişliğiyle yatağa yatırıyorsun beni. Yaralarımı kanlı pamuklarla avutuyorsun. Tavuk suyuna çorbalar pişirip sızılara şifa kelimeler diziyorsun. ‘Bu gece yanımdan ayrılma’ diyorum; koynunda uyutuyorsun.” (s. 17)

Beyaz Yaka öyküsü ise plaza yalnızlığını anlatıyor. Aslında bir çoğumuzun yaşadığı iş hayatındaki yalnızlığın hikayesi bu. Karakterimiz Umut, Pelin isimli bir genç kıza âşık. Belki yalnızlıktan belki sıkışmışlık hissinden kendi dünyasındaki Pelin’le çok mutlu. Öykünün sonunda aslında Pelin’in sadece bir hayal olduğunu anlıyoruz. Pelin’in gerçekten yaşayan, kanlı canlı bir insan olup olmadığını sorguladığımız ilk yerde Umut şöyle der:

“Bu kadar muntazam bir yokluğu, acımasız bir terk olasılığını hafsalam almıyordu. İzlendiğimi hissedip salon kapısına doğru döndüğümde, yanında kumral örgülü bir kız çocuğu olan sarışın genç kadının, kocaman açılmış gözleriyle bana baktığını gördüm.” (s.37)

Nereye Böyle isimli öyküde yoksul bir mahallede anasız büyüyen bir genç kız olan Hacer anlatılıyor. Yaşadığı semt dışında başka bir semte bile gitmemiş bir kız. Hacer yaşadığı semtten, hayattan kurtulmak istemektedir ve içinden bu düşünceleri geçirir:

“Doğduğu yerde büyüyen, büyümeden yaşlanan, yaşlandıkça -şanslıysa eğer- itibar gören bu familyanın acımasız bir türe dönüşen kadınlarından biri olmayacağına her gün yeminler ederek büyüyordu.”(s.51)

Metro isimli öyküsü distopik bir öykü. Öykü gelecekte geçiyor. Öykü kişisi panik atağı ve takıntıları olan biri. Takıntılarının ne boyutta olduğunu şöyle anlatır:

“Mesleğimin sadece beynimi değil kalbimi de ele geçirdiğini fark ettiğimden beri, hissettiği yoğun korkudan kaçarcasına, çocukluk günlerindeki tırnak kemirme alışkanlığım nüksetmişti. Uzun süren terapi serüvenimle panolardan uzak durmayı öğrenmiştim oysa.”(s.99)

Şenay Şentürk, Mutsuz Evlerden Önce’de yaşamdan duyduğu her sese kulak verebilmiş, sesini duyduklarının sesi olabilmeyi başarmıştır.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu