Çiçekler koklanmaya hasret açıyor. Gökyüzü sadece kendisine sonsuz. Ay, kendi gecesini süslemekten yorgun. İnsan, yürümekten aciz. Çocuk, çocuk olmayı unutmuş; hayalsiz! Her şey kendi toprağından sürülmüş… Sen, kendine gurbet; başkasına yurt olmanın peşinde. Her şeyde bir eksiltilik… Bozulmuş bir fermuarın raylarına benziyor yolun. Ne kadar koşarsan koş, kendinden bir adım bile öteye gidemiyorsun. Keşfettiğin yeni dünyaların hiçbirisi senin bir parçan olmanın ötesinde değil. Hayret ettiğin, sensin. İpi dolayıp paketlediğin, sırtına yükleyip taşıdığın, çözdüm deyip de güçlü bir düğüm daha attığın… Yürüyüp de ayaklarını çürüttüğün yol, sana dolanan sarmal bir merdivenden başka bir şey değildir yine sana dönen. Başın hiçbir zaman göğe ermeyecek. Yerin altını üstüne getirsen de kendi enkazının altında kalmaktan kurtulamayacaksın. Ruhun, yılanlar tarafından emilmiş gibi aç ve baygın yürüyeceksin. Dünya, durmadan genişleyen bir boşluk senin içinde. Kendinle dolduramayacağın bir çukur…Böylesine bir ruh hâliyle çıkıyorsun evinden. Birazdan karışacağın kalabalıkların senin ruhunda nasıl bir gürültü koparacağını bilmiyorsun. Bir yolu olsa da gökyüzünü açıp bir yorgan gibi içine girsem ya da bir pamuk yığınını andıran şu bembeyaz bulutların arasına dalsam da orada kaybolsam, diye düşünüyorsun. Derken uğultuyla gelen metroyu görüyorsun. Şu yaşama uymak zorunda olmanın yorgunluğunu hissediyorsun. Öyle bir yere gitse ki bir daha ayak izlerime rastlamasam, deyip bezgince biniyorsun metroya. Sonra dalgın dalgın tutunuyorsun turuncu tutacaklara. Ateş renginin senin içindeki buzları eritemediğini, bunun bir süre sonra seni hâlsizleştirdiğini fark ediyorsun. Neyse ki kolun yorulup da tutacağı bırakıp beyaz metal duvara yaslanınca gözlerini kapatıyorsun. Böylece kendi renklerini düşünmeye başlıyorsun. Maviyi, daha açık maviyi, laciverdi, gece mavisini sonra. Bir anda sönünce metronun ışıkları, daha da koyulaşıyor bu renkler. Yine de açmıyorsun gözlerini. Sonra bir tepinme sesi geliyor. Hızla yere vuran ayakların ve çekiştirilen elbiselerin hışırtısını duyuyorsun. Gözlerini açtığında birbirini yeryüzünde silmek isteyen iki adam görüyorsun. Burunlarından soluyorlar. Ne kadar da biçimsiz geliyor sana kavgaları. Birbirine dolanmış iki yılan gibi görüyorsun onları, birbirlerini ısırıp ardından da yutmaya çalışan iki yılan. Allah’tan bir tanesi vazgeçip iniyor ilk istasyonda. Geride yankılanan küfürleri kalıyor. Dahası o küfürler diğerinin ettiklerine tutunup upuzun bir tel gibi yolcuların kulaklarına saplanıyor, cızırtılı bir hâl alıp tutunuyor oraya. Biraz sonra tünelden çıkan metro Gökdere’ye varıyor. Gökdere’de sıcacık bir güneş ısıtıyor senin içini. İnip yeşil ile beyazın ve onları kıskanır gibi parıldayan mavinin koynuna bırakıyorsun gözlerini. İşte tam o sırada seninle beraber birinin daha kendi içinde verdiği savaşı hissediyorsun. Onun bakışlarının okşayıcı ağırlığını hissediyorsun üzerinde. Dönüp bakıyorsun. Rahatsız etmemek için hemen geri çeviriyorsun bakışını. Hatta bununla yetinmeyip bütün vücudunu çeviriyorsun başka tarafa doğru. Belki de kaçmak istiyor bakışlardan da gidecek bir yeri olmadığı için buraya sığındı, diye onun görüntüsünü orada bırakıyorsun. Metro istasyonları, acelesi olan, gidecek yeri olan insanların hızla çıkıp gittiği, dururken de oflayıp puflayarak beklediği bir yer; bu yüzden en ucuz kaçış yeri olarak görüyorsun buraları şehrin uğultusu içinde. Belki o da öyle görüyordur buraları. Yine de bir kere daha dönüp bakıyorsun. Çünkü gelen metrolara binmiyor kadın. Herhangi bir insanı beklediğini de düşünmüyorsun. Zaten öyle bir izlenim de vermiyor sana. Çantandan bir kitap çıkarıyorsun. Sonra not defterini, kalemini. Burayı çok seviyorsun çünkü. Kendi dünyana gömülmüşken bir gülüşün senin hava sahanda uçtuğunu, manevralar yaparak orada oyalandığını hissediyorsun. Sonra gelip senin gülüşüne konduğunu, orada beraberce durduklarını bir süre, biraz sonra gülüşün bir kol gibi senin yüzünü tutup oraya çevirdiğini anlıyorsun. Yüzünü çevirdiğinde kadının gerçekten de sana bakıp gülümsediğini fark ediyorsun. Sen de bakıyorsun bir süre. Gülümsemen yüzüne yayılıyor, oradan çıkıp boynuna, kulaklarına, dahası ayaklarından akıp siyah karoların üzerinden bütün şehre yayıldığını; sokakların, caddelerin, evlerin avlularının içinde gezindiğini ve bununla yetinmeyip diğer insanların da yüzüne konduğunu hayal ediyorsun. Sonra şehri kocaman bir gülümseme olarak düşlüyorsun. Tam da bu düşün içinde mutlu mesut ilerlerken bir korna sesiyle irkiliyorsun. Hemen not defterine aceleyle şunları not ediyorsun: Bir gülümsemenin ya da dalgınlıkla görmemenin neye yol açacağını bilemezsin. Eylemlerimiz, sandığımızdan daha ötelere dokunur; gerçekleştikten sonra tazyikli akan bir hortuma dönüşebilir. İstesen de kontrol edemezsin. O zaman suladığın çiçeklerin kökünü parçalarsın. İnsan, bir çizgi karakter ya da Cin Ali değildir. Bir karartı ya da gölge değildir. Ona doğru adım atarken mayınlı bir çiçek bahçesinde dolaştığını unutma. Hem çiçeği ezme hem de mayına basma. Sonra kafanı kaldırıp küçük not defterini dizinin üzerine bırakıyorsun. Hızla akıp giden şehrin, zamanın, göç eden bulutların birgün düşeceği toprağın kokusu geliyor burnuna. Çürümüş, ıslak topraktan yayılan bir çiçeğin kokusunu duyuyorsun. Bunun bir düş olmadığına eminsin. Aslında düş olması da çok uzak bir ihtimal değil, orada da kokuları alabiliyorsun. Ama bunun bir düş olmadığını anlıyorsun çok beklemeden. O kadın elinde bir saksıyla duruyor senin karşında. Fesleğenin keskin kokusunu alıyorsun. Sanki seni alıp bir düşe davet ediyor gibi uzatıyor sana saksıyı. İki eliyle, avuçlarını bastıra bastıra tutuyor çiçeği. Sanki çiçek üşümüş de onu avuçlarının içinde yavru bir kuşu ısıtır gibi tutuyor. Onu elleriyle tutarken gülüşünü uzatıyor sana. Dudaklarının kenarlarında taşan bir içtenlikle konuşuyor. Keşke konuşmasa, durup gülümsese öylece, yoksa gerçeğin pürüzlü dokusu düşümün ipeksi yüzeyini tırmalar. Böyle düşünüyorsun elinde olmadan. Ve nihayet açıyor ağzını. Ama konuşmuyor. Sanki bütün dillerin sözcükleri onun ağzının içinde eriyip koca bir sözcüğe dönüşmüşte onu bir türlü çiğneyip atamıyor sana doğru. Anlamsız birkaç ses çıkıyor ağzından. Ama gülüşü ve bakışı yoldan geçen arabaların gürültüsüne bile bir anlam katıyor. Çiçeği alıp aynı hassasiyetle alıyorsun elinden. Yüzüne son kez bakıp hızlı adımlarla ilerliyor, merdivenlerde her seferinde bir parçası kayboluyor, biraz sonra yalnızca gülümsemesi kalıyor baktığın her yerde. Kalkıp yürümek istiyorsun ardından ama fesleğeni koklayınca vazgeçiyorsun. İçini sıcacık bir genişlik kaplıyor. O genişlik durmadan büyüyüp bedeninin her gözeneğine yayılıyor. Bir süre oturup çiçeğin baş döndürücü kokusunu çekiyorsun içine. Aniden ayağa kalkıyorsun. Çantanı sırtına takıp fesleğeni burnuna dayıyorsun. İstasyonun karşısındaki binaya bakınca kadını görüyorsun balkonda, Gökdere’ye bakıp balkondaki fesleğeni suluyor.