MEKÂNSIZ-Sibel GÜNDÜZ
Üniversitenin en güzel günleri… Yüreğim bahardan yana, düşlerim sonbaharı yaşıyor. Dersten çıkıp kordonda yürüyorum biraz, denizin mavisini içime çekercesine.
Ruhumda çiçeklerin açtığı bugünlerde içten içe daralıyorum. Kendimi kordona bırakışım bu yüzden belki de. Ne yapsam ne etsem çıkamıyorum işin içinden. Şehir, okul, arkadaşlarım, deniz… Her şey bu kadar güzelken yerimin yurdumun olmayışı acıtıyor yüreğimi.
Soğuklar başladı, kış kapıda. Ben hâlâ üniversitenin geçici olarak yerleştirdiği misafirhanedeyim. Gittikçe yalnızlaşıyor odam, tıpkı ruhum gibi. Birer birer yurtlara ya da evlere çıkıyor arkadaşlarım. Babam “Bekle!” diyor, bekliyorum umutsuzca. Her sabah Kredi Yurtlar Kurumunun önünde çaresizce bakıyorum yenilenen listeye. Bir türlü sıra gelmiyor bana. Sonra yiyecek bir şeyler alıp kaldığım misafirhaneye dönüyorum yine.
Şehirden yaklaşık 45 km uzaklıkta, denizle ormanın birleştiği bir noktada kaldığımız yer. Ne var ki kış geliyor ve kaldığımız yerde ne yiyecek bir şey ne de ısınacak bir köşe var. Gece yarısı biri odamın kapısına vuruyor, korkuyla açıyorum kapıyı. “Açlıktan uyuyamadım, yiyecek bir şeyler var mı sende?” deyince misafirhaneye gelirken aldığım köfte ekmeğin bir kısmını yemediğim geliyor aklıma. Kalkıp getiriyorum onu. Çocuk gibi seviniyor zavallı. Kapıyı kapatınca bir hüzün çöküyor içime. Giderken annemin “Kızım, yiyecek bir şeyler alalım sana, acıkırsın buralarda.” deyişi çınlıyor kulaklarımda. Yalnızlığımda kalabalıklaşıyorum âdeta. Annem, babam, memleketim… Her şey birer birer geçiyor gözümün önünden. Burnumda tütüyor sevdiklerim. Annemin yaptığı yemekler, uzun kış gecelerinde edilen sohbetler, lisedeki arkadaşlarım…
Gözümü kırpmadan sabah oluyor. En mutlu olmam gereken zamanlarda umutsuz ve özlemli sabahlara uyanıyorum. Aklım hep aynı yerde. Ne yapsam buradan kurtulurum, düşüncesi kemiriyor beynimi. Durakta sınıf arkadaşım Özlem’le karşılaşıyorum. Kredi Yurtlar Kurumuna yerleştirildiğini söylüyor büyük bir sevinçle. Sıralaması benden geride fakat eniştesinin bir tanıdığı girmiş araya, yerleşmiş yurda. Yok ki tanıdığım… Hep böyle mi yürür bu işler? Yok mu garipliğin bir çaresi? Yol boyunca kafamın içindeki sesler durmak bilmiyor. Ne olur sanki ben de eve çıksam arkadaşlarımla!
Dalgaların sesi yüreğimin sesiyle birleşip uyutmuyor geceleri. Bir garip sızı kaplıyor bedenimi. Ve sabah kalkar kalkmaz yurt müdürünün yanında alıyorum soluğu. Sekreter başta beni içeri almak istemiyor ama durumumum aciliyetini bildirip bir şekilde giriyorum odaya. Yurt müdürü telefon görüşmelerinden bir türlü soramıyor derdimi. Ailemin durumundan bahsediyorum biraz, yurda yerleştirilmekten başka çaremin olmadığından. Sıralaması benden geride olanların bile bir şekilde yurda yerleştirildiğini söylüyorum. Yapılacak bir şey yok, duyuyorsun telefonları. Oradan bir milletvekili, buradan bir belediye başkanı… Sürekli arayıp duruyorlar. O da çaresiz, emir kulu… Hüzün dolu gözlerle terk ediyorum odayı. Kordondan yürüyüp geliyorum üniversiteye. Ders : Yeni Türk Edebiyatı. Recaizâde Mahmut Ekrem’in dizeleri beni darmadağın ediyor:
“Gül hazin sümbül perişan bâğzârın şevki yok
Derdnâk olmuş hezâr-ı nâğmekârın şevki yok”
Ders bitiminde Özlem bir çiçek alıp teşekkür mahiyetinde kendisini yurda yerleştiren kişiyi makamında ziyaret edeceğini söylüyor, beni de davet edince kendisine eşlik ediyorum. Garip bir duygu içerisindeyim, kimim kimsem yokmuş gibi…
Mustafa Bey, çok güzel karşılıyor bizi; ikramlar da oldukça iyi. Bana nereli olduğumu soruyor. Trakyalı olduğumu duyunca bir yakınından bahsediyor, tanıyorum. Hem de çok yakından. Sorduğu kişi en yakın arkadaşımın babası, onun gibi makam mevki sahibi. Dünya ne kadar da küçük, diyorum kendi kendime. “Arasam konuşur musun?” diyerek o kişiyi tanıyıp tanımadığımı teyit etmek istiyor. Telefonu bana uzattığında Mehmet amcanın sesi beni memleketime kadar götürüyor! O hâlde sen şimdi misafirhaneye git, eşyalarını topla bakalım, arkadaşlarım seni alacak ve yurda yerleştirecekler, diyor. Şaşkınlık, hüzün, mahcubiyet… Her şeyi bir anda yaşıyorum. Nihayet benim de gülüyor yüzüm. Meğer memlekette her iş böyle oluyormuş. Ya Mustafa Bey’le hiç tanışmamış olsaydım hep misafirhanede mi kalacaktım? Ya diğerleri hep bir Mustafa Bey mi arayacaklar?