MARİO VARGAS LLOSA / TEKE ŞENLİĞİ-Fatih ALTINBEYAZ
Size, bir kerpiç kalıbı gibi zaman alan, parçalı bir okuma yaptığım ama her döndüğümde daha az önce elimden bırakmışım gibi canlılığını, karmaşasını ve ışığını koruyan bir kitaptan, Rafael Leonidas Trujillo Molina’nın hayatının anlatıldığı Teke Şenliği’nden, bahsedeceğim.
Geri dönüşlerle, sıçramalarla, üslup geçişleriyle ilerleyen; kimi zaman askeri, siyasi, tarihi, ekonomik olarak ansiklopedik bilgiler (Komünizm korkusu, Sovyet Rusya, Fidel Castro ve Amerika’nın bölgedeki etkisi, yaptırımları, Haitililer’e yapılan katliam ve onlarla ilgili müzmin sorunlar, Katolik Kilisesi’nin devlet içindeki yeri, mevzi alması, Mirabel kardeşler suikastı gibi meseleler) veren ancak yaptığı hiçbir şey okuyucu nezdinde sırıtmayan, çiğ durmayan, insanı sıkmayan bir roman ile karşı karşıyayız. Heyecanla satır aralarında buluyoruz kendimizi.
Üstelik yazar bunu büyülü gerçekçilik akımının hayat bulduğu bir yerde, Güney Amerika’da, yapmış. Bununla birlikte 270. sayfada romanı yarıda bırakıp rafa kaldırdım. Çünkü bitiremeyeceğim gibi bir his belirmişti içimde. Fakat dayanamadım. Bir gece tekrar elime aldım kitabı.
Peki, roman ne anlatıyor? Latin Amerika ülkesi Dominik Cumhuriyeti’nde otuz bir yıl boyunca, uydurduğu çeşitli görevlerde iktidarda kalan ama ipleri hep kendi elinde tutan, devlet kademelerindeki herkesi göz hapsinde tutan Diktatör Rafael Trujillo döneminde yaşanan olaylar; takip edilen, sorguya çekilen, evleri basılıp tevkif edilen, hapishaneye atılan, kurşuna dizilen, köpek balıklarına yem edilen insanlar… Yalnız, yazar bunları bilgi olarak vermiyor; satır aralarına, diyaloglara ve gelişigüzel bir betimlemenin içine gizleyerek bunu başarıyor.
Diktatörün; ülkedeki bütün insanları susturması, kendi tarafındakileri kayırması ve karşısındaki kişilere biat etmeleri yönünde zorbalık yaptığını okuyoruz satır aralarında. Aynı zamanda insanların emek vererek kurdukları fabrikaları ellerinden almak gibi bir ülküsü var. (Başarılı olduğuna inandığı zaman da çevre devletlere dadanmış.) Seslerini çıkaranların, gazetelerde eleştiri yazısı yazanların, televizyonlarda yolsuzluklardan bahsedenlerin tutuklanıp bir daha kendilerinden haber alınmamasını ya da başka ülkelere ilticaya zorlayıp onun aleyhine çalışanlara suikast düzenletmeyi kendine vazife edinmiş.
Bu kaotik ortamda insanların çoğunun tek dertleri, kendilerini, çocuklarını, eşlerini, hayatlarını ve önceliklerini hiçe sayıp Rafael Trujillo’nun takdirini kazanmak olmuş. Generalalisimo’ya, Teke’ye, Velinimet’e hayranlık beslemek ya da bir aksilik olduğunda gözüne tekrar girmek; eski konumlarını, saygınlıklarını geri kazanmak için insan doğasının, ahlakının, öz saygısının sınırlarını zorlayıp elinden geleni yapmak, araya hatırlı kimseler koyup affını beklemek, olmazsa, başka akla ziyan planlar düşünmek gibi benliklerini değersizleştiren birçok şey yapar olmuşlar.
Kitapta en iç acıtan şey diktatörün sırt çevirdiği, sebepsizce araya mesafe koyduğu insanların çaresizlikleriydi. Onun sevgisini kazanmak için körpe kızlarını, eşlerini ona sunuyorlardı. Evli adamlar, eşlerinin Teke ile birlikteliklerini görmezden geliyor, seslerini çıkar(a)mıyorlardı.
Roman, üç dönem arasında değişiyor. Birinci dönem, on dört yaşındayken, talihsiz bir olay sonucu, (bunun nedenini romanın sonunda öğreniyoruz) ülkesinden ayrılan, Teke’nin en yakın adamlarından olan Senatör Cabral’ın kızı Urania Cabral’ın, bakım evindeki babasıyla yüzleşmesi ve akrabalarını ziyaret etmesi ile başlıyor. Urania’nın akrabalarının, kuzenlerinin sıcak davranışları, arayıp sormadığı için ona serzenişte bulunmaları ve Hala’sının her şeye rağmen ağabeyine kötü laf ettirmek istememesi Güney Amerika ile kültür olarak benzerliğimizi ortaya koyuyor.
Üstelik orada artık aileden olmuş bir papağan var. Arada manidar, öfkeli şeyler söyleyip Hala’yı sinirlendiren hayvanda bile farklı bir lanet vardır. Çünkü o kötü günlerden bahsedildikçe papağan yerinde duramıyor, huysuzlanıyor, bağırıp çağırıyormuş. Ben de okur olarak papağanda Velinimet’in hortlak ruhunu görüp ürperiyordum.
İkinci dönem, Rafael Trujillo’nun otuz bir sene boyunca yaptıkları; ülkede kafasına göre takılması, kişisel, bürokratik, uluslararası saçmalıkları, insanları sindirip gemisini yüzdürmesi ve devletin tüm kademelerine yakın akrabalarını yerleştirmesi, onları da suça sürükleyerek bir günah kardeşliği yaratmasından bahsediyor.
Üçüncü dönem de Trujillo’nun geçeceği yolda bekleyip kendi aralarında konuşan, geçmişe dönen; öfkelerini, kırgınlıklarını, pişmanlıklarını, güzel günlerini, sevinçlerini, ailelerini hatırlayan suikastçıların anlatısından oluşuyor. Bir avuç öfkeli gencin ölüm ile yaşam arasında kendilerini güçlü kılma çabası anlatılıyor bu bölümde.
Mario Vargas Llosa, roman sanatı açısından muazzam bir iş ortaya koymuştur. Suikastçıların hedefi ıskalayacaklarını ya da Teke’nin bir işi çıkıp gelmeyeceğini düşündürmüyordu okura. Ben başaracaklarına adım gibi emindim. Bu bölümde ters köşe oldum.
İnce ince dokunuşlarla roman sona yaklaşırken, San Cristobal’a, bir bakireyle birlikte olmaya gidip iktidarsızlığı ortaya çıkan, bir darbeyle iş başına gelip 1930’dan 1961’e kadar vatandaşına her türlü baskıyı, zulmü, işkenceyi ve katliamı yapan Rafael Trujillo öldürüldü. Üstelik askeriyenin önünde patlayan bir lağım borusuna çok öfkelenmişti, hırsını Genel Kurmay Başkanı’ndan çıkarmasından sonra yaşandı bu. Her şeyi kontrol etmek isterken bütün pisliklerin ortaya saçılmış olduğunu gördü. Yazarın, diktatörü cinsel birliktelikte başarısız yapması da aslında bir alegoridir.
Suikast sonrası konumunu yitiren, ne yapacağını bilemeyen ama başından beri olayların içinde olan Teke’nin akrabası Genel Kurmay Başkanı’nın tedirgin duruşu, kriz anını yönetememesi yüzünden ölüm timinin içinde olan herkes için kötü günler başlatıyor. Bu da kurmaca açısından ters köşe yapıyor okuru. Çünkü romanın başında olaylara alışamayan, kitabı 270. sayfada bırakan ama sonra kendini akışa kaptıran okur, Teke öldükten sonra her şeyin güzel olacağını, ülkenin bir kardeşlik ruhu içerisinde birbirine sarılacağını ve otuz bir yılın hesabının sorulacağını sanıyor lakin hiç öyle olmuyor.
Rafael Trujillo’nun psikolojik sorunları olan, haz ve eğlence düşkünü oğlu Ramfis, Paris’ten çağrılıp alelacele getirtiliyor. Bu, efemine adam, babasının intikamını almak için olaylara karışanlara hiç acımıyor; zalimce eziyet ediyor, ağır işkenceler yapıyor ve ülke yine kaosa sürükleniyor. Ancak tam burada ülkenin paravan Cumhurbaşkanı Joaquín Balaguer devreye giriyor devletin daha fazla yara almaması için ince manevralarla elinden geleni yapıyor. Hatta Amerika’da yapılan Birleşmiş Milletler toplantısında Rafael Trujillo dönemini eleştirmeyi bile göze alıyor. Tabii bu durum Ramfis’in pek hoşuna gitmese de Cumhurbaşkanı onu ve Teke’nin erkek kardeşlerini ülkeden çıkarmak için büyük diplomasi yürütüyor. Fakat ilginçtir Rafael Trujillo hayaleti bir karabasan gibi ülkenin üzerinde dolaşıyor; hapishaneler, sokaklar kargaşadan kurtulamıyor.
Julia Alvarez’in Kelebekler Zamanı’nda ayrıntılı işlendiği için olsa gerek, Teke Şenliği’nde göz ardı edilmiş ya da üzerinde yeterince durulmamış bir konu var: Mirabal kardeşlerin hikâyesi. Oysa Teke’nin sonunun başlangıcı, bu üç kadını kaza süsü vererek öldürmesiyle başlıyor. Bu eksiklik dışında anlatının muazzam olduğu ortada. Siz de okurken tarihe tanıklık ettiğinizi çok iyi anlıyorsunuz.
Roman sanatı, bir kez daha tarihin ve gerçeğin önüne geçiyor.