Kitaplık

HAYATI YAŞAYARAK PROTESTO EDENLER:  RA’DAN DÜŞENLER-Huriye EMRE

 

“intihar diye bir şey

yok bu dünyada.

ölümle biten bir intihar yok

asıl intihar

gün gün yaşamakta”

Yaşamak üzerine yüzlerce cümle, dize okumuş ama hiçbirinden Ahmet Erhan’ın bu dizeleri kadar etkilenmemiştim.  Okuduğum andan itibaren zihnimin semasında gezindi durdu bu dizeler. Bir fotoğrafçının yakaladığı kırık bir tebessüm derinden etkiler bizi hani ya da bir öykü okuruz günlerce zihnimizde bizimle dolanır. Bazen tiyatroda bir replikte, filmde bir sahnede ya da bir heykeltıraşın taşa bıraktığı yüz ifadesinde takılı kalırız. Çıkamayız oradan hani. Sanatın büyüsü de buradadır. Küçük bir dokunuşla etkisi altına alır bizi. Öldürücü darbeyi indirir. Bu yüzden zihnimin köşelerinde bu dize ile gezindim uzunca. Darbe almıştım.  Sonra bir gün bir kitap okudum. Öyküler kalbimin içinde kendine viran köşkler seçti sanki.

Okuduğum kitap Zafer Çarboğa’nın Ra’dan Düşenler isimli öykü kitabı.  Kitabı okurken dizeler gökyüzünden indi. Her öykünün sonunda öyküler karakterleriyle dile geldi: Ezilmişler, kendi içine akanlar, tutunamayanlar, susanlar, yarım kalıp tamamlanmamışlar, hassas kalpleri acıyla dolanlar, hayattan çok şey beklemeyenler, evlilikleri de ölümleri de para eden kadınlar, kaybolanlar ve bu kaybı tercih olanlar…

Karakterler bu dizenin yaşam bulmuş hâlleriydi. Hayata yaşayarak kafa tutanlardı: Gün gün yaşayanlardı.

Kitaba ismini veren Ra’dan Düşenler öyküsüyle başlıyor maceram.

“Kordon dolanması bebeklerin intihar biçimidir, diye düşündüm hep. Çünkü bizi yaşamaya bağlayan şeyler aynı zamanda ölüme de yaklaştırır. Annemin beni yaşam ipiyle dünyaya sarkıttığı gün üşüdüm ilk defa. Çok acımasız bir yere düştüğümü o ipi kestiklerinde anladım.”

(Ra’dan Düşenler, s. 130)

Kordon imgesiyle, dünyada bizi başta hayata bağlayan işlerimiz, sevişlerimiz, koşuşturmalarımız gün geliyor ya yaşamdan soğutuyor ya da hayatın tadını kaçırıyor. Yaşamayı unutuyoruz. Ve uzun bir unutuluşa teslim oluyor hayat.

İçimizdeki ışığı fark etmemizin, yolumuza en iyi kimin kılavuzluk edeceğinin işareti de öykünün karakterlerinin isimlerinde gizli: Renas ve Rezan.

Renas yeniden doğmak, diriliş demek, Rezan ise açık, bulutsuz hava demek. Aydınlık bir sabahta, hikayelerin ışığında yeniden dirilmek gibi bir özlem hasıl oldu kitaptaki sayfaları çevirdikçe.

          Bir özlem: Anka olmak.

         “Bazen yaşama nereden tutunacağını bilemiyorsun; bir sözcüğe, bir eşyaya öyle anlamlar yüklersin ki onun sonsuza kadar yaşaması için dua edersin. Öyle zayıfsın ki kendi gücünü anımsamak aklına gelmez; başka şeylerle var olmaya çalışırsın.”

(Ra’dan Düşenler, s. 132)

Direnen, atan ama yorgun düşen kalplere Bir Varmış Bir Yokmuş öyküsüyle ses oluyor Çarboğa. Bir soruyla başlıyor öykü:

         “Bir kalbi var mıdır dünyanın? Varsa nasıl dayanıyor bunca şeye?  Belki de kalbi çoktan durmuş bir cesedin üstünde yaşıyoruz.”

(Ra’dan Düşenler, s. 25)

Çarboğa, Güfte Edebiyat’ta yer alan söyleşisinde “Edebiyat çözüm getirmek zorunda değil ama dile getirmek zorunda.” diyor. Bu öyküsüyle mültecilerin cehennemin provası olan yaşamlarını acıyı köpürtmeden resmediyor.

Gül Yaprağı, Kına, Kan, Dere öyküsü toplumumuzda kadına verilen değere ve bakışa ayna tutan bir öykü. Kelimeler bir dere misali içimde çağıldadı bu öyküde.

Saf hüzün: Menzilini ustaca bulan bir kurşun.

          “Bir kadın baba evinden çıkarken parayla çıkmıştı. Kim bilir kaç para? Ölürken de parayla ölüyordu.

           Kısa bir süre sonra öldürülen kadının kocası yakalandı. Aile büyükleri toplanıp karar verdiler. Birkaç dönüm arsa, biraz para, biraz silah…

          Kanı yerde kalmaz, dediler.

          Kalmadı da. Cesedini dereye atmışlardı çünkü.”      

(Ra’dan Düşenler, s. 58)

Barış Bıçakçı bir şiirinde “yaşamak çukur yerlere doluyor diyorlar/ bu yüzden yıkıntıya dönüşse de yaşıyormuş insan”, demişti. Zafer Çarboğa da Çukurlar Yolların Yaralarıdır isimli öyküsünde yirmi senedir evlat yolu gözleyen Maha Kadın özelinde umudun, beklemenin, hatırlamanın ve yaralarımızın nasıl yaşamaya dönüştüğünü anlatıyor.

          “Ve insan kalbi: Tanrının açık yarası.” [1]

“Çukurlar da yolların yaralarıdır. Terk edilmişliklerinin birer göstergesidir onlar. Yollar da oralardan kanar.”

(Ra’dan Düşenler, s. 17)

           İsimler ve Kaderler Sözlüğü, Ağrı Dağı’nın eteklerinde doğan Marya ninenin hikâyesi. Yaşamak için ihtiyaç duyulan şeyleri elinden alınan, bu anlarda çocukluğuna/yüreğindeki Tanrı’ya sığınan, yanlış zaman ve mekânda yaşamış bir kadın Marya nine. Yaşamak problemini çözmüş ve onu sürdürerek bir mucize gerçekleştirmiş güçlü kadınlarımızdan.

 

         “Yaşadıklarıma katlanarak ve işin tuhaf yanı yine de mutlu olmayı becererek bir ömür geçirdim. Bunun nasıl bir işkence olduğunu bilemezsiniz.”

(Ra’dan Düşenler, s. 84)

Bazen bir şeyleri kabul etmek zorunda kalırız. İçimizdeki orman güçsüz dallarla ayakta kalsa da biz, göğüs kafesimizde bir kuş misali çırpınan kalbimizi çiçeklendiririz. Bir şekilde yaşanır kılarız hayatı kendimize ya da kendimizi kandırırız. Marya nine de yaşıyor ama ilk kimliği içinde bir ukde olarak kalıyor. İkinci kimliğini yaşanır kılan da zaman içinde dökülüyor hafızanın sandıklarından.

Bir ukde: Kayıp ruhunun ağrısını duymak.

         “Hikâye dediğimiz şey yaşanamayanlarda saklıydı. İçine attıklarında, akıttıklarında yuttuklarında gizliydi.”

(Ra’dan Düşenler, s. 78)

          Önce Gözleri Ölür Kadınların dört duvar arasına hapsedilen, sevilmeyen, başarılı ve hatta güzel oldukları için çiçeklenmesin diye sürekli aşağılanan, yok sayılan kadının manifestosu. Sessiz bir manifesto. Yalnızca kendi içine eğilenlerin manifestosu.

Kocamın en sevdiği yemekleri, içimden gelmeyerek yapıyorum. Beni anlamadığı için tuzlu, görmediği için çok salçalı, yalnızca yatakta hissettiği için bol acılı yapıyorum.

(Ra’dan Düşenler, s. 87)

Bir zamanlar oldukça başarılı, güzel bir kadın. Ortada cinayet yok ama ölen bir kadın -ki zaten ölüm bir andır- var.

Bir serçe hüznü: Ölümü gözlerinde taşıyan kadınlar.

“Bir insanın önce gözlerinden öldüğünü anlamıyor. Hele bir kadınsa bu! Bir kadın önce gözlerinden ölür ve geri kalanıyla yaşar bir ömür.”

(Ra’dan Düşenler, s. 89)

Kadın her şeyin farkında. Bir gün bu manifestoyu bağırarak okuyacak. O gemiden uzakta, okyanusun sularında özgürce yüzecek.

“O gemi beni tutsak eden gemi. Belki de nasıl çırpındığımı görmek için durmadan geçiyor oradan.”

(Ra’dan Düşenler, s. 88)

          Bir Yıldız Kayıyor Onu Bir Ben Biliyorum; gençken mutsuzluğu yenebileceğini düşünen, sınırsız hayaller kuran ama payına yalnızlık düşenlerin hikâyesi. Sonunda kendi omzunu keşfeden, hayattan sadece kendine ait bir yaşam alanı isteyen, yaşamanın artık sadece yük olduğu, çareyi gitmekte bulan insanımızın hikâyesi.

Bir içe göçüş: Gidememek.

“Yalnızca kendime ait bir yaşam alanı istiyordum. Bulamadım ama. Şunu söyleyebilirim delikanlı; herkes dokunduğu yerde bir yara açıyor, başka türlü iz bırakmayı bilmiyor insanlar.”

(Ra’dan Düşenler, s. 52)

Zafer Çarboğa, Yalnızlık Şarkısı isimli öyküsüne şöyle giriş yapar:

        “Herkes bir şarkı mırıldanır içinde. Bu şarkı hayatının ritmi olur.”

(Ra’dan Düşenler, s. 39)

Zafer Çarboğa’nın şarkısı yazmak. Kelimelerle besteler yapıyor. Tek bir pencereden bakmıyor dünyaya. 22 öykü, 22 farklı dünya. Modern dünyada yaşayan bireyin yalnızlığına, yenilgisine, anlam arayışına, varoluş sancısına dikkat çekerken, sosyolojik meseleleri de es geçmiyor. Zafer Çarboğa’nın kendine has üslubuyla, akış hızıyla, ritmiyle, fark yaratan şiir gibi başlıklarla taçlandırdığı öyküleri okuyanın zihninde iz bırakacak cinsten.

 

[1] Cioran

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu