Özge Okumalar

DÜNYANIN İSTEMEDİĞİ İKİ İNSAN-Ayşe AY

Bir Halâs Var ki…

Halâs, Ayfer TUNÇ’un 2006 yılında yayımlanan “Evvelotel” adlı kitabında yer alan üçüncü öyküdür. TUNÇ’un 1989’da basılan ilk öykü kitabı Saklı’daki “Yaşadığımız Yerler” öyküsünün devamı mahiyetindedir. “Yaşadığımız Yerler”in 1984’te yazıldığı kayıtlıdır kitapta. Halâs ise 2005’te yazılmıştır. İki öykü arasında yirmi bir yıllık bir zaman dilimi söz konusudur.

Necip TOSUN, Günümüz Öyküsü’nde “Ayfer Tunç’un Evvelotel’de ilk kitabıyla yüzleşmeyi seçtiği söylenebilir. Acemiliklerini, abartılı duygusallığını tashih etmiştir bir anlamda.” der. (Tosun, 185) “Evvelotel’i ilk kitabının acemiliğini ‘aklama girişimi’ olarak da görmek mümkündür.” diye de ekler. (Tosun, 184)

“Cezaevi müdürünün odasında oturuyorum yine. Halâs’ı bekliyorum.” cümleleriyle başlar öykü. Anlatıcı, Halâs’ı cezaevinde niçin ve kaçıncı defa ziyaret ettiğini kendisine dahi açıklayamayan öykü kişisidir. Hayatı bazen “akıldışı” bir alanda yaşadığını söyler. “…dünya beni istemiyor… Kalkıp buraya geliyorum.” der. Sıkıcı ve müstehzi bulduğu “böcek gözlü” cezaevi müdürünün tanıdığı inisiyatifle hiçbir kan bağı olmadığı hâlde Halâs’la cezaevi müdürünün odasında görüşebilmektedir. Anlatıcı, emekli bir savcının oğludur. Vaktiyle bir soruşturmada güç bir durumdan kurtardığı cezaevi müdürü de savcıya olan minnet borcunu, onun oğlunu bizzat kendi odasında gayriresmî olarak Halâs ile görüştürmek yoluyla ödemektedir.

Öykü kişisi, ajanslara profesyonel olarak fotoğraf çekimi yapan otuz beş yaşını geçkin biridir. Hatta kendisiyle konuşmaktan hoşlanmadığı cezaevi müdürü ondan her gelişinde fotoğraf makinesini getirmesini istemekte ancak o her defasında unutmaktadır. Aylardır hepten dağıldığını, iş tekliflerini geri çevirdiğini, hayatını daha fazla aksatır olduğunu ifade eder. Onu yaşamın bu denli dışına atan şey Halâs’ın cezaevinde oluşu değildir tam olarak. O, Halâs’tan önce ve Halâs’ın dışında da “hayatla bir türlü kaynaşamamış” biridir. Annesi vefat etmiştir. Babası gençliğinde “dolambaçlı sözlerin ustasıydı” dediği eski bir savcıdır. Artık yaşlılığa bağlı olarak kontrolsüz davranışlar, taşkınlıklar sergilemekte, öykü kişisinin taşımakta zorlandığı hayatını daha da zorlaştırmaktadır. Evlatları tarafından huzurevine yerleştirilmiştir babası. Onu, hâlihazırdaki taşkınlıkları ve öykü kişisini mahcup eden hâlleri ile görürüz öykü boyunca. Anlatıcı /öykü kişisi ailenin üç çocuğunun en küçüğüdür. Ağabeyi “evli, iki çocuklu, ayyaş, ağzı bozuk, öfkeli, kendini mutlu zanneden, olaylara hâkim zanneden, hayatla kaynaştığını zanneden…” yaşlı bir hekimdir. Öykü kişisinin ağabeyi ile ilişkisinin iyi olmadığını görürüz. Geçmişte, otuz beş yaşına kadar olan zaman diliminde ağabeyiyle evlenmemeyi seçtiği için tartıştıklarını öğreniriz. Ablası ise elli beş yaşındadır. Altmış yaşındaki eşi tarafından otuzluk bir kadınla aldatılınca onu terk edip ağabeyinin evine yerleşmiştir.

Anlatıcı öykü kişisinin ifadelerinden üç çocuklu bu ailenin anne sağ iken bile ilişkilerinin iyi olmadığını sezeriz. Ancak ona göre dünyanın kendisini istememesi, esas olarak o zamanlar tıp fakültesinde okuyan oğluna ve evli kızına rağmen planlamadığı bir gebelik sonucu kendisini dünyaya getirmek zorunda kalan ve çabasına rağmen bu durumdan kurtulamayan annesinin istemediği bir çocuk olarak dünyaya gelmesiyle başlar. Öykü kişisinin hayatındaki ilk ve en önemli çatlak budur. Aslında o annesinin kendisini sonradan sevdiğine de inanmaktadır. Savcı baba ise oğlunu baştan istemediklerini hiçbir zaman itiraf da etmez, inkâr da etmez.

Otuz beş yaşını aşkın yetişkin bir insanın, ailesinin planlamadan sahip olduğu bir çocuk olmasından dolayı hayatla bu denli barışamamasını, kaynaşamamasını anlamak ve izah etmek zordur.

 Halâs’a da hayatla kaynaşmanın ne demek olduğunu sormuştur vaktiyle. Kendisi de çalışmadığı zamanlarda hayatla kaynaşmış insanları izler. Onlar alışveriş yapan, acele eden, yük taşıyan, telefonla konuşan, öfkeli görünen insanlardır.

Dünyanın istemediği öykü kişisi ile Halâs’ı bir araya getiren kökleri aileye dayanan  içlerindeki ortak “istenmeme” hissidir. Her ikisi de farklı nedenlerle de olsa anneleri tarafından istenmediklerini sezmiş çocuklardır, hastalıklı yetişkinlerdir. Çocuklukları onların ruhunda telafi edilemez birer çatlak oluşturmuştur. Anlatıcı öykü kişisi, bir kadın olarak Halâs’ın güzelliğinden, cazibesinden etkilenmemiştir aslında. Halâs’ta onu en çok etkileyen Halâs’ın gözleridir. Halâs’ın yalnız gözleri ile var olduğunu düşünmektedir. Gözlerinin rengini dahi söylemez ama öykü kişisi onunla en çok gözleri vasıtasıyla bağ kurar. Ona göre cinsel yakınlaşmaları dahi Halâs’ın gözleri olmaksızın anlamsızdır, korkutucudur, acı vericidir. Halâs’ın gözleri anlatıcının hayata tutunduğu en önemli noktaya dönüşmüş durumdadır aslında. Zaten Halâs ile olmak onun için boşluğa basmak gibi bir şeydir.

Biz Halâs’ın fiziksel özelliklerini “Yaşadığımız Yerler” öyküsünden öğrenebiliriz ancak. Halâs “mısır püskülü gibi karmakarışık sarkarak mavi gözlerine giren kızıl-sarı saçları olan bir kızdır. Onun aslında güzel bir kadın olduğunu ancak anlatıcının onun güzelliğinden etkilenmek şöyle dursun güzelliğiyle ilgilenmediğini ancak iki öyküyü de okuyunca anlayabiliriz. Halâs’la aralarındaki en derin bağ, Halâs’ın gözleridir.

“Yaşadığımız Yerler” öyküsünde kendisinden “Hülyalı çocuktum, rüyalı çocuktum.” diye bahseden Halâs, eşini çok erken kaybetmiş küçücük bir kız çocuğuyla evde dikiş yaparak hayata tutunmaya çalışan bir kadındır. Eşini kaybettiğini hiçbir zaman kabullenememiş, ömür boyu bunun ızdırabını yaşamış, kendisine bir hayat kuramadığı gibi kızının ruhunda da bilmeden, istemeden çatlaklar oluşturmuş bir annedir. Halâs’ın yaşadığı yerlerin, yaşadığı hayatın ötesinde mutlu bir hayat özlemini anlatıcımızın stüdyosuna gelişlerinde haritanın üzerinde gezdirdiği parmaklarından anlarız. “Halâs arkadan itiliyormuş gibi yaşıyordu.”r aslında.

Halâs, anlatıcımızın stüdyosunun bulunduğu apartmanda karşı dairede annesi ile birlikte yaşamaktadır. Anlatıcımızın fotoğraf stüdyosuna ilk gelişi de babasının vefatının otuz beşinci senesi için annesinin kavurduğu helvayı getirmesi dolayısıyla olmuştur.

Halâs, anlatıcı öykü kişisine annesinin, babasını kaybetmelerinin ardından kızını kendisini hayata katlanmaya mecbur bırakan bir zorunluluk olarak gören bir anne olduğunu söyler. Halâs’a göre annesi, Halâs olmasa belki başka biriyle, başka bir hayat kuracak belki bileklerini keserek, belki böcek ilacı içerek hayata katlanmaktan kurtulacaktır. Halâs, kendini annesinin ayağına bağlı bir taş olarak görür. Ona göre annesi, Halâs’ı komşuları Kör Kamber’in bahçesine kuyuya düşmesini istediği için göndermiştir çocukluğu boyunca. Ama hiçbir zaman da kıyamamış, gelip onu belinden tutup kurtarmıştır.

“Halâs kuyuya gidiyormuş, eğilip ona ayna gibi yüzünü gösteren karanlık suya bakıyormuş. Sıkılıyormuş kuyuya bakmaktan, eve dönüyormuş, annesi gene ısrarla, git kuyunun başında oyna diyormuş.

Bir gün anlamış ki, annesi kuyuya düşmesini istiyor… Eğilmeden önce durup annesine bakmış, gözlerini yumduğunu görmüş. Kuyuya nasıl düşüleceğini bilmiyormuş.

Düşmesine göz kırpmak kadar kısa bir zaman kalmışken belinde bir çift el hissetmiş. Annesi Halâs’ı yakalamış, kalbine bastırmış.” (Tunç, 50)

Halâs annesinin, kendisinin kuyuya düşmesine izin vermeme nedeninin kızını sevmesi değil de “onun da her insanda olduğu kadar vicdana sahip olması” olduğunu düşünür.   .

Anlatıcımız Halâs’ın hikâyesinin “ Dünyanın istemediği anne- kızın öyküsü” olduğunu söyler ama aslında anne figürü hayatın istemediği biri değil, eşini kaybetmeyi kabullenemediği için kızını da dünyayı da istemeyen bir anne figürüdür.

Halâs ile annesinin ilişkileri anlatıcımız ile komşu oldukları apartmanda da kopuktur. Anlatıcımız onların sık sık tartıştıklarını duyar ya da duyduğunu zanneder. Anne evden çıkarken kapıyı ardına kadar açık unutabilecek kadar dalgın ve kendi âlemindedir. Mutsuz ve hırçın bir kadındır anne. Anlatıcı ile Halâs’ın ilişkisini onaylamadığını anlatıcının “kapıya kırarcasına vurduğunu” söylemesinden anlarız.

Anlatıcı Halâs’ın cezaevine girme nedenini “bir anlık cinnetin onu fırlatıp atması” olarak açıklar ama Halâs’a göre durum tam tersidir:

“ Bir anlık cinnet değil diye düzeltti, iplik iplik ördüğümüz konuşmalarımız nihayet bir doku oluşturduğunda: cinnetten çıkıştı, annem cinnetin ta kendisiydi.” (Tunç, 42)

Halâs’ı cezaevine düşüren olayın “Halâsların kapısındaki mühür ve polisin çektiği bantlar” ın durmasından ve anlatıcının “Ellerine baktım, narin. Bir bıçağın tahta sapını üstüne avucunun izini çıkaracak kadar sıkmış olduğuna kim inanır?” demesinden hareketle annesini bıçaklayarak öldürmesi olduğunu anlarız. Bu, anlatıcı için bir anlık cinnet, Halâs için ise “ cinnetten çıkış” tır. Ama öykü boyunca çok silik biçimde verilir. Halâs bunun için yargılanmaz ya da durumu ajite edilmez.

“ Yaşadığımız Yerler” öyküsünde de Halâs’ta da sakin yapısıyla gördüğümüz Halâs annesini öldürmesinin ardından cezaevinde hırçın ve kavgacı bir yapıya bürünmüştür. Anlatıcı onu son ziyaretinde yüzünde tırnak iziyle görür.

Öykünün sonunda anlatıcının başta bahsettiği fotoğraf makinesinin deklanşörüne basılır adeta. Odada Halâs ile yalnız kalan anlatıcı cezaevine girdiğinden beri ilk defa onunla fiziksel temas kurar. Ona dokunur, onu okşar. Öykünün başından sonuna devam eden sorgulamalar son bulur. Başta yalnızca Halâs’ın gözlerine bağımlı olduğunu düşünür ve onu sevip sevmediğini bilmeyen anlatıcı, okuyucu ile beraber bir gerçeği öğrenir. Son zamanlarda kilo alan Halâs hamiledir. O anda anlar ve kabullenir. Dünyanın istemediği bu iki insanı birbirine bağlayan duyguları vardır. Halâs’ın da anlatıcının da durgun bir sevinçle kabullendiği bu bebek, anlatıcıya önemli bir gerçeği fark ettirir. “Halâs var.”dır. Dolayısıyla anlatıcımız da vardır. Var olduklarını adeta bu bebekle hissederler.

Ayfer TUNÇ, öykülerinde insan ruhundaki yaraların geçmişe, özellikle çocukluk yıllarına dayandığı görüşünü yineler çoğu zaman. “Halâs”ta anlatıcı öykü kişimiz ile Halâs’ın hayatın dışına itilmişliğinin, hayata karışamamalarının, içlerindeki kaçma, sığınma isteğinin nedeni her ikisinde de sorunlu çocukluk yıllarıdır. Her ikisinde de farklı nedenlerle de olsa hayatlarının bir döneminde, çocuklukta onları istemeyen birer anne vardır. Baba figürü de her ikisinde sorunludur. Halâs’ın babası, Halâs onu hatırlayamayacak kadar küçükken ölüp kızını büyütürken eşinin yanında olamayarak anne-kızın hayatına en büyük düğümü atmıştır. Anlatıcı öykü kişisinin babası ise gençlik yıllarında gayet mutedil, lafını sözünü bilen emekli bir savcıdır. Ancak öykü kişisi kaderinin, artık yaşlanmış, taşkın davranışlar sergileyip kendisini utandıran babası ile aynı olmasından korkmakta, onunla yan yana bulunmaya bile tahammül edememektedir. Annesi ise onu hamileliği aşamasında istememiş ancak sonradan kabullenip sevmiştir. Ancak anlatıcı bu istenmeyişin içinde derin yaralar açtığını sonradan, Halâs’la tanışınca fark eder. Anlatıcı öykü kişisinin ailesi ile ilgili bu değerlendirmelerinin ötesinde onun asıl hayatla kaynaşamama nedeni ilişkileri sıcak, birbirine bağlı, düşkün, sevecen bir aile ortamında büyümemiş olmasıdır.

Ayfer TUNÇ “Yaşadığımız Yerler”de de onun devamı niteliğindeki “Halâs”ta da öykü kişilerini çok başarılı bir şekilde, ustaca çizmiştir. Her iki öykü de okunduktan sonra okuyucuya “Bir Halâs var ki…” dedirir.

KAYNAKLAR

Tosun, Necip (2015). Günümüz Öyküsü, İstanbul: Dedalus Kitap.

Tunç, Ayfer (2022). Evvelotel-Saklı, İstanbul: Can Sanat Yayınları.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu